Collective Social Rights in Turkish Constitutional Law: A Comparative Analysis of Trade Union Rights from the Constitution of 1961 to the Constitution of 1982

Tanıtım ve Özet Yazısı

 

De te fabula narratur

Bu tez, bir hikâye anlatmaktadır. Bu yüzden de bilimsel ve akademik yazım kuralları kadar dikkat edilen bir şey varsa, o da anlatılanın hepimizin hikâyesi olduğu gerçeğidir. Bu çalışmanın iddiası, soğuk kavramsal dille ifade edilen verili gerçekler değil, hukukun insan öyküsüne doğru taşıyıcılığını yapmış olmaya çalışmaktır. Hukukun kavramsal/ terimsel dilinin, mantık örüntüleri ve somut olay denen o soğuk mikro evrenin içinden çıkıp, hukukun gerçekten ait olduğu insana taşınması, onun yasa maddelerinde vücut bulmuş soğuk düzlemleriyle oynayarak sokağa ve işçi sınıfı mücadelesine aktarılmasının naçizane bir çabasıdır. Bu hukuk çalışması, bir hukuk öyküsü anlatmaya çalışmaktadır. Bu çalışmanın en büyük ilham kaynağı, Halit Çelenk ve onun 12 Eylül ve Hukuk[i] kitabıdır.

2015’te Lund Üniversitesi’nde çalışmalarımı sürdüğüm sırada, bir tez konusu belirlemem ve onun üzerine derin çalışmalar yapmam gerekiyordu. Mevcut verili siyasi tartışmalar elbette ki hukuki sorunlarla doğrudan ilgili teknik cevaplar verilmesi mümkün bereketli hukuki tartışma sahaları açıyordu. Ama bir yandan da Bülent Tanör’ün ilham verdiği gibi hukukun taşıyıcılığını yapmak, düzlemlerle oynamak, insan haklarını, insan öyküleriyle birleştirmek gereği duyuyordum. Teknik bir düzen disiplini haline gelmiş hukukun, aslında 12 Eylül’den sonra hapsedildiği o soğuk legal formalizmden ibaret olmadığını, hukukun disiplinler arası ve yaşayan bir dal olduğunu, bu sebeple de hukuku söyletmenin, ancak onun içindeki insan mücadeleleri ve onun kurbanı olmuş insanların hikâyeleriyle mümkün olduğunu hissediyordum. Bütün bu sezgisel düşünme çabaları, beni Halit Çelenk’in 12 Eylül ve Hukuk kitabına götürmüştü. Bülent Tanör’ün iki anayasa arasındaki karşılaştırmalarından ilham aldığımdan beri, o iki darbe arasındaki yaşayan nüvelerle uğraşmayı zaten düşünüyordum ama asıl adını koymam ve derdimin emek mücadeleleri olarak ortaya çıkması, Halit Çelenk ile oldu. Bu sefer anlatacağım hikâyenin, bireysel hikâyeler değil, kolektif varlığımız olarak vücut bulması gerektiğini sezmiştim.

12 Eylül’ün hukuk alanındaki yansımasını ve hukukun 12 Eylül’ünü tüm çıplaklığıyla anlattığı bu eser, benim için sokağın ve emekçinin 12 Eylül’üyle, hukukun 12 Eylül’ünün bir tür birleştirilmesi, bir araya getirilmesi ve hukukla sokak arasında çapraz bağlar örülmesi maharetiydi. Prof.Dr. Bahri Savcı, örneğin, bu kitap için “Bu olgunun, bu demokrasiye sığmaz çelişki örgüsünün, insanı-aileyi, çalışan katmanların sosyal varlığını hiçe sayan anlamını deşmiştir.” diyordu. Hukukun, çalışanın emeğini saf dışı bırakarak kendi özgül ağırlığını soğuk meclis odalarında sadece yasa yapımıyla kazanmış bir disiplin olduğu zamanlarda hukuk eğitimi alan benim için bu kitap, basıldığı 1988’e geriye dönüşü değil, bugünden ileriye bakışı anlatan bir eser olmuştu. Zamansal düzlemlerle de oynuyordu yani Halit Çelenk, dünü bugüne değil, yarına taşıyan bir ufuk açıcılığı sunuyordu. Tüm rafine ve çıplak diliyle Halit Çelenk, lafı dolandırmadan ve sözünü sakınmadan, bir hukukçu olarak hukukun iç eleştirisini yapıyor ve hukukun, ekonomik güç ve siyasal iktidarı elinde bulunduran sınıfların iradelerinin bir yansıması olduğunu söylüyordu. Hukukun, sınıfsal olmaktan uzak bir tür her şeye kadir olarak yansıtıldığı toplumlarda bile, o her şeye kadirliğin sınıfsal yapısını anlatıyordu yani Halit Çelenk, hukukun içinden hukukun özeleştirisini yapıyordu.

12 Eylül rejimini kurumsallaştıran yapıların hukuk eliyle işlevsel kılındığını ifşa edişiyle Çelenk, sendikal hakların üzerine örtülmüş 12 Eylül örtüsünü kaldırıyor ve onların nasıl kullanılamaz hale getirildiğini açıklıyordu. Bugün varlığını bile unuttuğumuz hak grevini hatırlatıyor; tarihe, kalın harflerle hak grevinin yasaklandığı anların notunu düşüyordu. 12 Eylül ve Hukuk’ta işkenceden ölüm cezasına, vatandaşlıktan çıkarmadan ücretli eğitime kadar hukukun her bir veçhesini deşiyor, hukukun sorunlu yüzünü, Bülent Tanör’ün ifadesiyle hukukun patolojisini, gün ışığına çıkarıyordu. Hiçbir boşluk yaratmadan tüm toplumsal hayatı düzenlediğini iddia eden bir disipline dönüp, çatlaklarını ve yaralarını gösteriyordu Çelenk.

Bütün bu anlatıların Uluslararası İnsan Hakları Hukuku konulu tez araştırmaları için ilham ve fikir kaynağı olması tabii ki mümkündü ama Halit Çelenk’in büyük bir rafinelikle ifade ettiği bir başka nüve vardı. İnsan hakları dediğimiz şeyin, tarih boyunca egemen sınıfların baskılarına karşı, köleler, serfler, köylüler, işçiler ve emekçi sınıflar tarafından verilen mücadeleler sonucu ortaya çıktığını, insan hakları dediğimiz hakların, işçi sınıfı ve emekçilerden yana bir hukuk oluşturduğunu söylüyordu.[ii] Bu vurucu tespit, üzerinde çalıştığım İnsan Hakları Hukukunun sınıfsal yüzünü tüm tarihselliğiyle ortaya çıkarıyor, sendikal hakların kullanılıp kullanılmamasını, insan haklarının var olup olmadığının ölçüsü olarak ortaya koyuyordu. 1961 ile 1982 arasında hukuka ne olduğunu disiplinler arası bir yerden anlatmaya çalışmak çok önemliydi ama bir o kadar da önemli olan şey, kolektif benliğimize ne yapıldığının hikâyelerini toplamaktı. Hukuku, “yaptım oldu” bir yasa tapıcılığıyla değil, Antigone tavrının adalet ve eşitlik ilkeleriyle ortaya koyuyordu Çelenk. Kolektif kimliğin gün günden tırpanlanıp köksüzleştirilmesinin tarihsel kaynağını yazıyordu.

Hukuku, gerçeklikten ve insan mücadelelerinden taşırarak yazmak da mümkündü, onu kapalı kapılar ardında penceresiz bırakıp insandan uzaklaştırmak da. Halit Çelenk, hukuktaki teknik ve bilimsel yetkinliğin, onu ancak insandan taşırarak yazmak ve anlatmak olduğunu anlatıyordu. Hukuku söyletiyor, anayasayı konuşturuyordu. 1961 Anayasası dönemindeki 274 sayılı Sendikalar Yasası ile 12 Eylül’ün 2821 sayılı Sendikalar Kanunu deşiyordu. Bu konuşturmayı ise yasanın monoloğu olarak değil, dilsizleştirilmiş anayasayı bile dile getirerek bir diyalog olarak kuruyordu. 1961 Anayasası zamanında, ortak kültürel yararları için mesleki faaliyette bulunabilen sendikalar, 12 Eylül ile beraber “kültürel” faaliyetten men edilmiş, bu yüzden sendikal hakların kullanılması hususunda eğitim çalışması yapmaktan yasaklı hale getirilmişti. Halit Çelenk, insan hakları hukukunun, haklar arasında bir tür çapraz bağlar kurmakla dile geleceğini, ancak o zaman konuşup söyleyebileceğini gösteriyordu. Bu yasağın, sadece işçilerin sendikal haklarını sınırlayan bir kısıtlama olmadığını, 1982 Anayasası’nın 42. Maddesindeki herksin eğitim görme hakkına da aykırı olduğunu yazmış, eğitim hakkını sadece verili anlamına hapsetmemiş, onu sendikal bağlama yerleştirmişti. Sendikal hakları, bir tür ortak kesen olarak yazıyordu Çelenk, onun diğer temel hak ve özgürlüklerin sağlamasını yapmak için kullanılabileceğini gösteriyordu.

Hukukun insan mücadeleleriyle matuf olduğunu yazmak için, onun sınıf mücadeleleri tarihine bakmak gerektiğini, kolektif kimliğin örüldüğü yerin de sendikal hakların kesişim noktasında doğduğunu anlamış, bu sebeple 1961 ve 1982 arasındaki o düzlemde, sendikal haklardan sızan insan ve emek mücadelesini odağıma almıştım. Bu tezin ilhamı ve en büyük kaynağı bu sebeple Halit Çelenk’tir.

Tüm çalışma boyunca odağıma alacağım noktalar bu sebeple kolektif sosyal haklar yani sendikal haklardı. Örgütlenme özgürlüğü, toplu sözleşme ve son olarak grev hakkıyla anlamaya çalıştığım sendikal haklar, sadece kolektif hakların anayasal bir ölçüt ya da sağlama noktası olması anlamına gelmiyor, tüm bu süreçteki işçi mücadelesi, emek hareketi, grev ve 12 Eylül’de sendikaların kriminalize edilerek etkisizleştirilmesine giden süreci anlatıyordu. Başlangıç tortumu, 1961 Anayasası oluşturmuş ve Halit Çelenk’in ifade ettiği, işçi sınıfının örgütlü faaliyette bulunmasının, bu dönemde olanların toplu sözleme ve grev hakkını kullanarak kendi paylarını ve haklarını arttırmış olmasındaki korelasyonu çok daha net görmeye başlamıştım. 1961’den 12 Mart’a uğrayarak emeğin hukukunun nasıl kristalize edildiğini, 12 Eylül’de ise sınırlamanın kural, özgürlüğün istisna haline geldiği hukuk rejiminin nasıl kurumsallaştığını 1961 Anayasası Tutanaklarına bakışla anlamaya çalışmış, tarihsel yorumun, hukuki argümantasyon ve hermenötikteki belirleyici rolünü fark etmiştim. Bu tür bir geriye bakış, Çelenk’in çizgisini çizdiği kanonla mümkün olmuştu.

“Niçin sendikal haklar çalışıyorsun?” sorusu, sıklıkla karşılaştığım yakıcı bir soruydu. Zira alt metinde sorulan, çok daha büyük ihlaller varken neden görece daha az acil bir soruyla uğraştığımdı. Bunun yanıtını, gene Çelenk’ten referansla veriyordum: “İnsanoğlu yeryüzünde görüleliden beri, yalnız yaşamadı. Her zaman ve her yerde, topluluklar halinde, toplum içinde yaşadı. Toplumsallık, insan yaşantısının kökeninden gelen bir nitelik.[iii] Zira bugünün bütün acil ve yakıcı insan hakları ihlalleri, kaynağını kolektif kimliğimizden tavizler vermemize sebep olan örgütlenme, toplanma ve grev özgürlüklerimizden yaptığımız “fedakârlıkların” bir tür yansımasıydı.

Hukukun sterilizasyonuna sebep olmuş 12 Eylül’ün, görünürde emekçilere bir eliyle verdiği hakları, diğer eliyle geri alması süreci, hukukun nasıl gerçeği örten bir kılıf olarak da bereketli olduğunun ikrarıydı. İşçi sendikalarının karşısına işveren sendikalarının çıkarılmasının, sendikaların doğuşuna aykırı olduğunu ve uydurma bir örgüt biçimi olduğunu anlatıyordu Çelenk. Tam da burada 15-16 Haziran Direnişini, ertelenen metal işçileri grevini, grev sırasında işyerinde meydana gelen zararlardan sendikaların sorumlu tutulmasını anlatmak gerekiyordu, Çelenk’in açtığı yolda, onun anlatılarıyla işçi sınıfı mücadelesi arasında çapraz bağlar kurmaya çalışıyordum.

Hukukun, salt hukuktan ibaret olmadığını, iktisadi, sosyal ve yaşayan nüveleriyle hukukun, insanlar arası kolektif ilişkileri düzenleyen canlı bir dal olduğunu anlatıyordu Çelenk. Bense, onun fragmenter şekilde ifade ettiği örüntüleri deşmeye, o sırada Türkiye ve dünyada sendikal haklar bağlamında ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu şekilde, o ufuk açıcı eserin hakkını vermeye çalışıyor, 12 Eylül’ün sendikal hakları kullanılamaz hale getiren ve nihai şekilde sessizliğe gömen kurumsal yapılarını, geniş bir tarihsel ve siyasal odaktan anlamaya çalışıyordum.

Tam da bu sebeple, yabancı ve görece çok refah bir ülkenin hukuk fakültesinde, insan haklarının mücadeleler tarihi olarak yeniden anlatılabilmesini, tarihsel gelişmenin akışını ve hukukun yeri geldiğinde hakları işlevsizleştirecek bir kılıf olarak kullanılma riskini canlı şekilde aktarma niyetindeydim. Salt hukuka bel bağlamadan, ama ondan da kopmadan disiplinler arası, tarihselliğiyle matuf şekilde kolektif kimliğimizi, insan haklarının odağına almaya çalışıyordum.

Bu çalışma, sadece halisane bir niyet ürünü yazıldı. Görünmez emeğin ve emek mücadelesinin, aynı zamanda bir hukuk mücadelesi olduğunun tarihe kayıt olarak düşülebilmesinden başka bir iddiası olmadan, hukuku ve onun muhatapları olan insanları konuşturmaya çalıştı. Bürokrasiyi ve kurumsallaşmış yapıları söyletmeden, hukuku dillendirmenin mümkün olduğunu anlatmaya çabaladı. Ulusal ve uluslararası hukuk irdelenerek, bugün içinde yaşadığımız hukuksuzluğun, o hukukla bir bağı olduğunu çünkü tam da o hukukun, tüm kurumsal yapılarıyla, ne kadar tadil edilirse edilsin, hala yaşamakta olduğunu göstermeye çabaladı.

Halit Çelenk’in attığı çizikler kadar çizikler atması elbette mümkün değil. Ama gene de, onun ve onun gibi büyük hocaların izinden gitmeye çalışmak bile, bu çalışmanın yegâne niyetidir. Bu çalışma, cansız bir disipline can suyu verecek olan tek şeyin, kolektif mücadele olduğuna inanarak yapılmıştır. Burada anlatılan bir hikâyedir. Bu sebeple Halit Çelenk’in adını verdiği bu yarışmaya katılmak, bir ödül başvurusunda bulunmaktan ziyade, bu çalışmayı ait olduğu kaynağa tekrar döndürebilme çabasıdır. Kaynağına ulaşan her şeyin, kendinden tekrar taşacağını bilmenin, yarınlara ufuk açacağını bilerek…

 

 

[i] Halit Çelenk, 12 Eylül ve Hukuk, Onur Yayınları, 1. Basım, 1988.

[ii] Age, s.86.

[iii] Age, s.107.