Yayın tarihi: 24 Mayıs 2014 - 23:34
"Hukuksuz Demokrasi" başlıklı anma toplantısındaki konuşmalar

ADALET İÇİN HUKUKÇULAR

Av. Halit Çelenk’i Anıyoruz…

“HUKUKSUZ DEMOKRASİ”

3 Mayıs 2014 / Ankara Barosu ABEM Konferans Salonu

 

Serpil Çelenk Güvenç, Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Ali Murat Özdemir, Av. Özlem Şen ve Ali Rıza Aydın'ın konuşmaları

 

SERPİL ÇELENK GÜVENÇ- Bu etkinliğe katılan herkese, tüm dostlarımıza, tüm yoldaşlarımıza çok teşekkür ediyorum. Ayrıca bu etkinliği düzenleyen Adalet İçin Hukukçular’a sonsuz teşekkürler. Sağ olun, var olun. Hepinize çok teşekkür ediyoruz.

Sanatçı arkadaşlarımızı dinlerken çok heyecanlandım çünkü annemle babam çok güzel dans ederlerdi. Bir dans yarışmasında arkadaşlarımızın çaldıkları bu eserlerin bir kaçı ile dans ettikleri ve yarışmayı kazandıklarını da anlatmışlardı bize. Geçmiş gözümün önüne geldi, anıları bugüne taşıdınız. Tekrar teşekkürler.

Sevgili hocalarımızın, Korkut Hocamın, Ali Murat Hocamın, Amerika Birleşik Devletlerini dize getiren bir avukat arkadaşımız sevgili Özlem Şen Abay’ın konuşma sürelerinden çalmak istemiyorum. İzin verirseniz, giriş olmak üzere çok kısa bir Halit Çelenk portresini paylaşmak istiyorum sizinle.

Panelin adı “Hukuksuz Demokrasi”, Korkut Hocam bu konudaki düşüncelerini bizlerle paylaşacak. Ben babamın aynı isimdeki kitabının öyküsünü anlatmak istiyorum. Halit Çelenk kitabı hazırladıktan sonra İstanbul’a İlhan Selçuk’a götürüyor. İlhan Bey, yazıları okuyor ve “Bu kitabın içeriği ‘Hukuksuz Türkiye’dir. Adını öyle koyun.”  Fakat yazar “Çok iddialı bir isim olur, öyle yapmayalım” deyince, sonunda “Hukuksuz Demokrasi” adında birleşiyorlar ve kitap Çağdaş Yayınlar tarafından basılıyor.

Halit Çelenk’in 18 Ocak 2001’de Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir yazısıyla devam etmek istiyorum.  Yazının tarihi önemlidir çünkü Aralık 2000’de, cezaevlerinde yatan insanlar daha insanca yaşam koşulları için mücadele vermişler, ölüm oruçları yapmışlar ve “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında devlet tarafından vahşi bir şekilde katledilmişlerdir. “Hukuk Devleti Aldatmacası” başlıklı yazıda, bu olaylar üzerine duyduğu isyanı dillendirir Çelenk ve “Keşke kitabın adını İlhan Selçuk’un söylediği gibi ‘Hukuksuz Türkiye’ koysaymışım; çünkü Türkiye ne bir hukuk devleti ne de bir yasa devletidir. Bu ülke bir polis devletidir. Kutsal devlet adına insanları katlediyorlar” diye yazar. Anayasa Mahkemesi kararlarını anımsatır ve “Bu anayasayla devlet idare edilmez” diyen, temel hak ve özgürlüklerden ve Anayasa Mahkemesinden yakınan Süleyman Demirel’in,  “Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz, benim memurum işini bilir, ben zenginleri severim” diyen Turgut Özal’ın ve “Asmayalım da besleyelim mi” diye konuşan Kenan Evren’in konuşmalarına değinir. Ve bu ifadelerin “bilime, hukuka ve insanlığa aykırı” olduğunu vurgular. Bu yöneticilerin, değil hukuk devletine, yasa devletine bile saygıları yoktur Çelenk’e göre. Ve hukuksuzluk örnekleri çoğaldıkça, yapanlar için adeta “ilke” niteliği kazanmaktadır.

Henüz AKP Hükümeti’nin iktidar olmadığı, Çelenk’in deyimiyle kutsal devlet adına Gezi’de gençlerimizi katletmediği 2001’den söz ediyoruz. Ne ki bildiğiniz gibi, 12 yıllık AKP iktidarında da benzer olaylar yaşandı.

Bu durum bir sürekliliği gösteriyor. Bu süreklilik ise Halit Çelenk’in ve onun temsil ettiği geleneğin niteliğini ve özgünlüğünü anlatıyor bize. Peki, bu nasıl bir gelenek, nasıl bir özgünlük? Yine çok kısaca Halit Çelenk’ten giderek açıklamaya çalışayım. “Demokrasi Masalı” adlı kitabına yazdığı girişe, “Demokratikleşmenin temelinde, insan hak ve özgürlüklerinin kazanılması ve bunların yaşama geçirilmesi yatıyor. Aslında bizim demokrasi mücadelesi dediğimiz, bir sınıf mücadelesidir” diye başlıyor ve hak ve özgürlük kavramının tarihçesine değiniyor. hak ve özgürlük taleplerinin sınıflı toplumlarla beraber doğduğunu, kişinin yaşam hakkı, seyahat özgürlüğü, sansür edilememe, bedenin bütünlüğü, insanların düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, istediği yerde istediği gibi gösteri yapma özgürlüğü gibi, günümüzde anayasalara ve uluslararası anlaşmalarda bulunan haklara burjuvazinin devrimci olduğu belli bir tarihsel dönemde sahip çıktığını, bunların aslında burjuvazinin malı olmadığını, ezilen sınıfların tarih boyunca mücadele vererek kazandıkları hak ve özgürlükler olduğunu anlatıyor bize.

Bu farklı bir hukuk anlayışı, bilimsel sosyalizme dayanan sınıfsal bir çözümleme. Hak ve özgürlüklerin gökten zembille gelmediğini, ezenlerin bir lütfu olmadığını, ezilen, sömürülen sınıflar tarafından söke söke alındığını belirten bir anlayış. Halit Çelenk bu hukuka “insan haklarına dayalı” hukuk ya da “karşı hukuk” diyor. Söylediği özetle şu: “Bugün tekelci burjuvazinin ve kapitalizmin egemen olduğu toplumlarda bize bir yasa yığını dayatılıyor. Aslında bu yasa yığını insana yakışmaz, emeğe yakışmaz. Emekçiler kendi kazanımlarını yüzyıllar boyu kendileri kazanmışlardır. Savunmamız gereken, bu hak ve kazanımlardır, özgürlüklerdir.  Demokrasinin anlamı da budur” diyor. Devrimci avukatları, sosyalist avukatları, komünist avukatları toplumda hukuku savunduğunu iddia eden diğer kesimlerden ayıran özellik budur. Burjuvazinin yasa yığınına karşı bu devrimci hukuk mücadelesi bugün de sürmekte. Bu sadece bir anlayış değildir, aynı zamanda bu hak ve özgürlüklerin kazanılması, mevcut “yasa yığını” nın emek adına değiştirilmesi, mücadele eden emekçilerin savunulması savaşımıdır. Bir başka deyişle, devrimci mücadelenin hukukta, yargıda sürdürülmesidir.

Halit Çelenk’in yaşamı, böyle bir savaşın öyküsüdür. 1950’li yıllarda, boyum babamın elini tutmaya yetmediği, ancak küçük parmağından tutabildiğim günlerde, Samsun’da, caddede fıstık satan amcaları ziyarete giderdik.  Antikomünist, baskıcı Demokrat Parti’nin iktidar olduğu günlerdi. Banliyö treninde öğrencilere komünizm propagandası yapmakla suçlanan Bulgar göçmenleriydi fıstıkçının amcalar. Ağır ceza reisinin, baro başkanının, “İyi bir geleceğin var, bu insanları savunarak onu yok etme, karalama” uyarılarını, Türkiye'de yasalara göre insanların düşünceleri ne olursa olsun, savunulma hakları olduğunu söyleyerek reddeden babamın devrimci avukatlık yaşamının da başlangıcıydı onların savunması. Halit Çelenk’in sosyalist olduğunu bilmeyen fıstıkçıların beraat ettikten sonra savunmanlarına sosyalizm propagandası yapmaları da işin ironik yanıdır. Bu hikâyeyle başlayan, yine Samsun’da meraları ağalar tarafından işgal edilen yoksul köylülerin savunmasıyla süren bir yaşam, 12 Mart ve 12 Eylül öncesi ve sonrasında, Commer davası,Dev Genç, TÖS, 15-16 Haziran olayları davası, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamıyla sonuçlanan 1. THKO davası, TİP, Barış Derneği, DİSK, TSİP, Halkevleri, TYS, TKP, TDKP, Partizan Kurtuluş ve benzeri birçok davanın savunmanlığı,  MHP ve bağlı kuruluşların yargılandığı davada davacıların vekilliğini üstlenmekle sürdü. Bunların yanı sıra 142. Madde ile yargılanan birçok yazar, gazeteci, sanatçı, şair, öğretim görevlisi,  öğretmen, büyükelçi, sendikacı, avukat, öğrenci de Halit Çelenk’in müvekkili oldu.

Halit Çelenk, örgütlenme ve örgütlü olma gibi sosyalizmin vazgeçilmez koşullarını da yerine getiren bir devrimcidir.  1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi üyeliğini, Samsun’da parti örgütü kurulması, Genel Yönetim Kurulu üyeliği, seçimlerde adaylık süreçleri izler. 1965’de arkadaşlarıyla Devrimci Avukatlar Derneği’ni kurar ve1974’de İlerici Avukatlar grubu adıyla Ankara barosu seçimlerine girerler. 31 Aralık 1975 gününde, aralarında Uğur Mumcu, Kemal Burkay, Uğur Alacakaptan ve Niyazi Ağırnaslı, Erşen Şansal, O. İzzet Kök, B. Kemal Yücel, Refik Ergün gibi Denizleri savunan avukatların da bulunduğu 74 meslektaşıyla birlikte Çağdaş Hukukçular Derneği’ni kurar. Dernek tüzüğü İçişleri Bakanlığınca kabul edilir ve onama işlemi 26/4/1976 gün ve 87393 sayılı bir yazı ile derneğe bildirilir. Türk Hukuk Kurumu, İHD, TİHV, TİHAK gibi kurumlarda kuruculuk ve yöneticilik yapar. 1980 sonrası solu birleştirme çalışmalarına da katılır. Aydınlar Dilekçesi’nin yazmanlar Kurulunda yer alır ve yargılanır. Savunmasında yine yukardaki düşüncelerini yinelediğini görürüz.

Deniz’lerin savunması ve Deniz’lerin idamı çok koyar, İlhan’ın kaybı çok koyar, koymaması mümkün değildir; çünkü Halit Çelenk sadece avukat değildir, aynı zamanda savunduğu insanlarla aynı davayı, aynı mücadeleyi, aynı inancı paylaşan bir insandır. Kaybedilen her genç, onun için sadece kaybedilen bir müvekkil, bir evlât değildir, bir yoldaş, davada düşen bir arkadaş, bir omuzdaştır. Onun için çok sarsılır Halit Çelenk ama o sarsılma, hiçbir şekilde bir ezilme, yok olma, vazgeçme, geri adım atma değildir; çünkü bir yaşam biçimi olarak da benimsediği inancın Halit Çelenk için anlamı ezilmemektir. Hani Ahmet Arif “Dayan kitap ile / Dayan iş ile / Tırnak ile, diş ile / Umut ile, sevda ile, düş ile” der ya o güzel şiirinde, işte Halit Çelenk de,  Bilimsel sosyalizmden,  Marksizmden süzülüp gelen  o büyük inançla, gelecek güzel günlerin inancıyla, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum inancıyla her seferinde yıkılsa da tekrar ayağa kalkar ve savunmaya, yazmaya, mücadeleye devam eder. Özetle, devrimci avukatlık yapar.  Bu nedenledir ki, Denizlerin davasında, Barış Davasında, Aydınlar Dilekçesi davasında, müvekkilleriyle yaptığı bir çok görüşmelerde tutulan sahte tutanaklar sonucunda, sık sık savunmanlıktan sanıklığa terfi eden Halit Çelenk’i anmak bir nostalji ya da vefa duygusundan kaynaklanan bir çaba değildir. Bir geleneğin günümüze, yeni kuşaklara taşınmasıdır.

Bugün bu geleneği genç devrimci avukatlar taşıyorlar. Ezilenleri, işçileri, öğrencileri, Gezicileri, emekçileri, tüm kesimlerden devrimcileri, kentini, kırını, ağacını savunmaya çalışan, direnen halkı savunuyorlar.  Yerlerde sürükleniyorlar, gazlanıyorlar, coplanıyorlar ama yılmıyorlar.  Onlar da, sık sık savunmanlıktan sanıklığa geçiyorlar. Gelenek sürüyor. Ve iyi ki sürüyor.

TEKEL’i – hasta yatağında da olsa – yaşayan ve büyük heyecan duyan Halit Çelenk keşke Gezi’yi, halkın faşizme karşı o büyük isyanını, başkaldırısını görebilseydi. Keşke 6 Mayıs 2014’de Karşıyaka’yı dolduran ve Deniz, Yusuf ve Hüseyin ağabeylerini sloganlarla anan, yüzlerce gencecik liseli devrimciyi, Gezi’nin Denizlere akışını görebilseydi. Devrimci avukatların, meslektaşlarının ve yoldaşlarının Gezi’deki savunmalarını, mahkemelerde Ali İsmail’i, Ethem’i, Ahmet’i, Berkin’i, bütün evlatlarımızı savunmalarını görebilseydi.  6 Mayıs’ta Deniz’leri anmaya gideceğiz, aynı zamanda Halit Çelenk’i de anacağız. Duymayacağını bildiğim halde bütün bunları anlatacağım ona.

Son bir cümleyle bitirip değerli dostlarımıza, hocalarımıza sözü devretmek istiyorum: Dev-Genç’te, kaybettiğimizin yoldaşlarımızın ardından “Anıları mücadelemize önder olsun” derdik. Ben de, bu devrimci geleneğin, bu mücadele inancı ve kararlılığının devam etmesini ve anısının mücadelemize önder olmasını diliyorum.

Hepinize çok teşekkür ediyorum.

 

Prof. Dr. KORKUT BORATAV- Sevgili Halit Çelenk’in müvekkilleri, dostları, hayatta iken kendilerini onun öğrencisi olarak kabul eden çok sayıda insan var burada.  Bu toplantıya düzenleyenlere beni çağırdıkları için teşekkür ederim. Büyük onur duydum. Benden daha uygun kişilerin olduğunu biliyorum; fakat “hayır” demek hakkını da kendimde görmediğim için, birkaç cümleyle düşündüklerimi sizlerle paylaşacağım.

 

Şöyle düşündüm: Acaba bugün bu toplantıdan önce bizim gibi eskiler, mesela benim yaşıtım olan Remzi İnanç, Süleyman Ege, Muzaffer Erdost, Vahap Erdoğdu, müvekkilleri Halit Ağabey’le bir araya gelebilseydik; Şekibe Hanımı da yanımıza alsaydık ve onun bilgeliğinden yararlanmak için şöyle sorsaydık: “Nereye gidiyoruz Halit Ağabey, nedir bu durum?

O da herhalde bu soru üzerinde düşünmüş olurdu ve şöyle başlardı:  “Çocuklar; bu gidiş iyi değil. Eski bildiklerime ve görgülerime göre faşizme gidiyoruz. Faşizme giderken de, şu ‘hukuksuz demokrasi’ lafını da değiştirelim. 2001’de söylediğim durum daha da vahimleşmiştir ve Türkiye, artık, değil bir hukuk devleti, değil bir yasa devleti, bir polis devletine dönüştüğü için ‘hukuksuz Türkiye’ bu duruma daha uygun gelmektedir” derdi. Sohbetimiz de böyle başlardı diye düşünüyorum.

Mesela Halit Ağabey’in büyük kahrını çektiği askeri rejimle, bugünün faşizmi arasında farklar var mı, yok mu? Bunu sorsaydık, belki de bize:  “Faşizme gidiş bazı bakımlardan daha kötü; bir kere yerleştikten sonra faşizm daha kalıcı olur; yıkılması, tasfiye edilmesi çok daha zor olan boyutları vardır” diyebilirdi. 12 Mart, 12 Eylül rejimlerinin acısını çekerken, sadece devrimci öngörünün, mücadelenin verdiği iyimserlikle değil, mantıken de bizleri aşan, toplumun tümüne yayılı olan “Bu işin sonu var, bu işin takvimi var..” beklentisi yaygındı büyük ihtimalle. Çok ağır kayıplara rağmen, bu gerçekçi beklenti, insanları ayakta tutan, direnmeyi mümkün kılan bir öğe olmaktaydı.

Sonra Halit Ağabey, bize Serpil’in de hatırlattığı bir başka faşizme gidiş dönemini anlatacaktı. Diyecekti ki, “Biz bunun bir benzerini 1960 öncesinde yaşadık. Hatta yanılıyor bazıları, önceki karanlık dönem, 1950’de değil, 1945-46’da başlar.”   Ve solu, sosyalizmi tasfiye ederek Türkiye’yi çok partili rejime dönüştüren yılların çok karanlık bir dönemeç olduğunu bize hatırlatırdı. O dönemin karanlığı eski sosyalistlerin, devrimcilerin yazdıkları, anıları ile bugüne taşındı. Türkiye’de iki sosyalist partinin, sosyalizme dönük sendikaların sıkıyönetim komutanlığı aracılığıyla 1946’da temelli kapatıldığını; TKP’li 167 sosyalistin hapse atılıp mahkûm olduklarını; savaş yıllarında faşizmin ağır baskısına karşı mücadele bayrağını açan tek gazete olan Tan matbaasının  iktidar partisinin militanları tarafından ve tertibi sonucunda 1945 sonunda yıkıldığını ve  Sertel’lerin güçlükle linçten kurtulduklarını; iki buçuk yıl sonra Sabahattin Ali’nin öldürüldüğünü; dolayısıyla bugünküne benzer bir dönemi yetmiş yıl önce de yaşamış olduğumuzu bize hatırlatırdı.

Benzerlikler var, ama ayrılıklar da var. Mesela bir ayrılık şu: 1945 sonrasında başlayıp 1960’a kadar giden karanlık yılların bir aşamasında Halit Çelenk Samsun’da, komünizmle yargılanan insanların avukatlığını üstleniyor, üstlendiği zaman da uyarılıyor: “Hayatını, mesleğini, geleceğini harcıyorsun.” Sosyalizme gönül veren insanların çevrelerinden, toplumdan dışlandığı bir dönemdir o. Sürgüne giden sosyalistler, devrimciler yalnız kalırlar; selam verilmez; konuşulmaz onlarla; komünizmin damgasını lanetli gibi taşırlar. Faşizmin o ortamı bugünkü dönemden daha ağırdır. Niye? O karanlık yıllarda sosyalizm davasını sahiplenenler, Halit ağabey gibi bu kervana katılanlar, 1960 sonrasına bu mirası taşıdılar; taşıdıkları tomurcuk giderek sosyalizmin ve Marksizmin Türkiye toplumuna yayılmasını, kök salmasını mümkün kıldı. Bu birikim ayakta durduğu için, bugünkü faşizm o derecede karanlık değil. En azından şu salonda bu konuşmayı yapıyoruz; Demokrat Parti faşizminde bunu yapamazdık.

Ancak benzerlikler de vardı; mesela Demokrat Parti yıllarında Dörtyol’daki cezaevinde kalan gazetecilerin fotoğrafları, şimdi müze olan aynı binanın duvarlarında yer alıyor. Muhalefet partisini susturmak; hatta tasfiye etmek isteyen tahkikat komisyonları kurulmaktaydı. Dolayısıyla ortam daha da karanlığa gidiyordu. Halit Ağabey bunu bize hatırlatacaktı. Dolayısıyla “O döneme bakarak, kazanımlarınızı savunun. Mademki 1950’li yılların suskunluğu yok, sonuna kadar konuşun, yazın ve faşizme karşı mücadelenizi sürdürün” diyecekti.

Tabii farklılıklar da vardı. Demokrat Parti’nin yıkılışını bütün sosyalistler, Marksistler, devrimciler, şevkle karşıladılar. Yıkılış yöntemiyle ilgili hiçbir sorunları yoktu. Yıkılıştan az önce Harp Okulu öğrencilerinin Ankara’da yürüyüşe çıkmasını da şevkle karşıladık hepimiz. Şimdi liberal saplantılarla beyni bulanmamış olan gençlerin aramızda olduğunu sanıyorum. Faşizmin geldiği anlarda, mücadelenin kimlerle birlikte yapılacağı, nasıl yapılacağı artık tartışılmaz. Her yerde, toplumun bütün hücrelerinde antifaşist mücadele yapılır. O yüzden Halit Ağabey, o sırada Samsun’da sürgünde olan; çevresinden tecrit edilmiş Tahsin Berkmen’e elini uzatmıştı; dünya görüşünü paylaştığı bu insanın dostu olmuştu. Tahsin Berkmen kimdi? 1940’lı yılların kritik bir döneminde, Süleymaniye Camisine “Saraçoğlu Hükümeti faşisttir” pankartını asmak isterken yakalanan,  TKP-bağlantılı İleri Gençlik Birliği üyelerinden biriydi.

Karanlık bir dönemde faşizme karşı mücadeleyi yapmayı bilen bir insandı Halit Çelenk. O insanların bugünkü gençlere de yol göstermeleri gerekir. Onun için 1945’te o zamanki TKP’liler, Partilerinin kararı doğrultusunda  Demokrat Parti’ye üye oldular; Türkiye’nin sol, sosyalist aydınlarıyla birlikte Demokrat Parti’yi sola açık, demokrat bir çizgiye çekmek için yoğun çaba sarf ettiler. Bu gayreti o zamanki iktidar, şantaj ve jurnalle önledi. Sosyalistler, “Görüşler” adlı dergiyi çıkarttıklarında, iktidar çevreleri, “G” harfinin orağı simgelediğini iddia etti; o dergiye yazı yazma vaadinde bulunan Celal Bayar, Menderes, Tevfik Rüştü Aras’ı “Komünistlerle işbirliği yapıyorsunuz” diye baskı altında tuttu. Onlar da havluyu attı, “bizim bu tarakta bezimiz yok; biz de solculuğa karşıyız” dediler; kervana katıldılar; 1950 sonrasında da CHP iktidarından devraldıkları antikomünist bayrağı, yani faşizmi uç noktalara taşıdılar. Halit Ağabey, bize böylece faşizme karşı güç birliğinin güçlüklerini hatırlatacaktı.

Sohbetin bu noktasında belki bir uyarı daha yapacaktı: “Şimdiki  faşizme yönelişin daha tehlikeli bir boyutu da var; vurucu güç oluşturuyorlar. Menderes onu becerememişti.”  Tüm faşist rejimlerin kitle tabanını oluşturan örgütsüz kalabalıklar bugünkü iktidarın vurucu gücü değildir. Asıl tehlikeli olan ayaktakımının faşistler tarafından örgütlenmesidir.  Marks’ın bir kitabı var; “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i.” Orada sivil darbe ile iktidara geçen Louis Bonaparte’ın vurucu güç olarak örgütlediği olan Paris lümpen-proletaryasının bir dökümünü yapar. Tabii onun iktidara gelmesini sağlayan temel sınıf köylülüktür, onu eleştirir, ancak lümpenlerden ayrı tutar. Üçüncü Napolyon’un iktidar sonrasındaki vurucu güç olan Paris’teki lümpenlerin listesi ise, Marx’a göre, kaçak kürek mahkumlarını, yankesicileri, dolandırıcıları,  paçavra toplayanları, pezevenkleri, kalaycıları  içeren toplumsal bir tortudur. “Bugün benzer bir döneme doğru gidiyoruz” derdi Halit Ağabey herhalde ve derdi ki, “İktidarın sokaklarda terör yaratmak için beslemeye başladığı ayak takımına, Suriye’de ellerini kana bulayanlar, Kürt Hizbullahı’nın uzantıları katıldığında Türkiye’yi tam faşizme dönüştürmenin önü tam açılabilecektir. Bugün bu yüzden daha tehlikelidir.” 

Buradan bir iki adım daha atardı diye düşünüyorum: “Bunların biraz değişik bir kirlenme boyutu da var; eskilerde bu kadar yoktu. Demokrat Parti yargılandı, yolsuzluk olarak çıka çıka bir köpek davası çıktı. Celal Bayar, galiba Afganistan’dan kendisine armağan edilmiş bir köpeği hayvanat bahçesine satarak Umurbey’e bir anıt yaptırmış; satış bedelini de yüksek tutmuş. Şimdiki durum bu mu?”  diyecekti herhalde Halit Ağabey. Ve ekleyecekti:  “Faşizm başka, mafya başka. Birdenbire farkına vardık ki bunlar ittifak halinde ikili bir çeteymiş. Bu çetenin bir kanadı terk etti; öbürünün suçlarını ortaya çıkardı. Sıradan faşizmin ötesinde, mafyatik bir iktidar ortaya çıktı.”

“Öyle bir durumdayız ki, bir mafya iktidarıyla bildiğimiz faşizm bir araya gelmiş. Bununla baş etmek daha güç mü acaba?” diye soracaktı Halit Ağabey ve “Elbette daha güç” diye yanıtlayacaktı herhalde kendi sorusunu. Çünkü ortaya ağır cürümler ayan beyan çıktı, ses kayıtlarıyla ilan edildi. Önce, “Devletin bütçesinden para çıkıyorsa, yolsuzluk budur” diye bir söylem tutturmaya kalktılar, ama tutamayacağını görünce, önce örtülü olarak, sonra da “yalandır” diyemedikleri için itiraf etmiş oldular. Adım adım itirafların boyutu büyüdü: “Suçu suç olmaktan çıkarırız, ne var!..” dedikleri ortaya çıktı ve yasama organı da suç şebekesinin içine girmiş oldu.

Suçluluğun itirafı, “ne hakla bizi dinlersiniz?” diye karşı saldırıya geçerek geçiştirilmeye çalışıldı. Dolayısıyla suçlu hedef değiştirdi; hırsızlığı ifşa eden eski çetenin mensupları, bu nedenle suçlu konuma düşürülmeye çalışıldı. Böyle bir durum karşısında Halit Ağabey herhalde derdi ki, “Böyle bir iktidar koltuğu terk eder mi? Terk edemez. İktidarda kalmak için her şeyi yapacak. Dolayısıyla eksiksiz faşizme geçmek zorunda. İktidardakini ‘Ya Çankaya ya Silivri’ seçeneğine sıkıştırırsan, o da ikinci Mahmut’un meşhur lafını hatırlar: ‘Ya devlet başa ya kuzgun leşe.’

Var mı bunun çıkar yolu? “O zaman işimiz daha da güç” diyecekti Halit Ağabey.  “Menderes faşizmini, tarihe karıştıran yöntemlerin benzerleri şimdi elimizde yok mu?” diye soracaktı ve herhalde diyecekti ki, “Devlet denilen aygıt, istikrarlı, sıradan bir faşizmde güçlenmiştir; sapasağlam ayakta durur. Bizde ise devlet dağıldı, karmakarışık hale geldi; Ergenekon, Balyoz, Silivri, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa Mahkemesi, asker, polis kaça bölünmüş; devlet nerede; kim nedir, belli değil. Bu kargaşa, faşizme geçişin de güç olduğunu gösteriyor.”

Sohbetimizi tamalarken Halit Ağabey herhalde her zamanki bilgeliğiyle “ortada yepyeni durumlar var” derdi ve eklerdi: “Havluyu atmamalıyız. Eski devrimcilerin deneyimlerini, mücadele yöntemlerini, birikimlerini bugüne taşıyarak; hatalarını tekrar değerlendirerek; öğrendiğimiz her şeyi yeniden okuyarak, tarihi yeniden öğrenerek düşünelim.” Muhtemelen şunu da diyecekti: “Böyle bir dönem, geniş cephe dönemidir.  Geniş cephenin en asgari koşulu, aynı ailenin mensubu olan kendi çocuklarımızı bir araya getirmektir.” Sağ olsaydı, bunu çok iyi yapardı. Tahmin edebileceğiniz 8-10 kişiyi kulaklarından çekerek bir araya getirir; bilgeliğini onlarla paylaşırdı ve bizi güzel yarınlara hazırlama doğrultusundaki geçmiş katkılarının bir nebzesini daha bugünlere, bizlere taşırdı.

Bunları konuştuktan sonra, arkadaşlarım hukuktan bahsedecekler. Nasıl bulacaklar o hukuku, merakla bekliyorum. 

Hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum. 

 

Prof. Dr. ALİ MURAT ÖZDEMİR- Merhaba.

Yüküm gerçekten ağır; Halit Çelenk’in anıldığı bir toplantıda konuşacağım ve kendisi benim hayatımın her yerinde var. Korkut Hocanın az önce konuştuğu kürsüden konuşacağım; zor. Kendisi TÖS mensubu olan ve Halit Hocadan feyiz almış, onunla mesai arkadaşlığı yapmış bir adamın oğlu olarak konuşacağım; zor. Serpil Ablanın, Kaya Ağabeyin önünde konuşacağım, onları tanıyarak konuşacağım; yine zor. Saygın hukukçuların önünde konuşacağım ve ben anılarla yüklü değilim, o yüzden hukuktan konuşmak bana kaldı; iki kere zor. Doktora tez hocam, hocalarım burada; zor. Meslektaşların, Halit Beyi sevenlerin ve öğrencilerimizin önünde konuşacağım; yine zor. Adalet İçin Hukukçuların davetiyle kendimi bildim bileli gayrı adil olan ülkem hakkında konuşacağım; bir daha zor. Serpil Ablanın deyimiyle geleneği taşıma ihtimali olanların önünde konuşacağım; daha da zor. O yüzden akademinin ve hukukun soğuk diline sığınarak konuşacağım. Kendisine Allah’tan rahmet ve siz beni dinleyenlere de bol bol sabır diliyorum.

Konumun özü şu: Ali Rıza Ağabey aradığında, “Hemen bana bir başlık söyle dedi ve anayasal sistemimizde yapısal dönüşüm, böyle bir isim koyduk. Aslında yapmayı düşündüğüm konuşmaya da uyuyor; çünkü Türkiye'de klasik parlamenter sistemden uyduruk bir yarı başkanlık ya da başkanlık sistemine doğru geçişler üzerinde atıştırmaların olduğu, ilk sinyallerin verildiği bir dönemdeyiz. Bu meseleyi ele almayı düşünüyorum.

Aslında bakarsanız, başkanlık tartışmaları hukuk doktrininde yeni değil. Ancak ciddi olmaya, ciddileşmeye başlaması bir ölçüde yeni. 2005-2006’dan sonra “Aman Allah’ım, hep atıp tutuyorduk, ama gerçekten böyle bir şeyler var mı?” endişesi gündeme geldi.

İşin özünde şu da pek -yani ben de ne kadar yaparım Allah bilir, ama- yapılmıyor: Türkiye'de toplumsal bütünlüğün yeniden üretilme süreci üzerindeki etkisiyle (devletin toplumsal bütünlüğün yeniden üretimi gibi bir işlevi varsa, o işlevi yerine getirmesi üzerindeki etkisiyle) başkanlık sistemi pek tartışılmadı. Bu tartışmaya bir giriş yapmak için 3 husustan bahsedeceğim; “başkanlık sistemi ve temsil kurumu”, “başkanlık sistemi ve cumhuriyet müessesesi” ve -anayasanın anlamıyla birlikte- “anayasa ve başkanlık sistemi” gibi üçlü bir taksonomim olacak.

Temsille başlayalım müsaade ederseniz. Günümüz demokrasilerinde devlet iktidarının kullanıldığı konumları dolduran kimseler, tasarruf ettikleri iktidarın doğrudan maliki olarak düşünülemezler, o konumları doldururlar ve bu bizim özgül toplumsal yapımızdan, kapitalist toplumsal formasyonların özelliklerinden kaynaklanır. Yani kral ve hazinesi arasındaki o pre-kapitalist ilişkiyi azgelişmiş bir kapitalist devlet de olsa kapitalist toplumlarda düşünemeyiz: Yöneticinin ve kamunun hazineleri birbirinden ayrıdır!

Yönetici özgür olduğunu düşünen insanlara (cumhura) ait bir yetkiyi temsilen kullanan meclis tarafından akdedilen yasaları tatbik etmekle yükümlü kabul edilen bir varlıktır. Bu nedenle meclis, yasa üretilen yer değildir. Bir Anayasa Mahkemesi raportörü vardı, sonradan akademiye geçti, medyatik bir kişilik -İstanbul İktisat Derneğinin bir etkinliği için davet edilmiştik- çıktı, salona sordu, “Meclis ne üretir?”. Nutku tutuldu muhtemelen salonun ve konuşmacı kendi sorusuna cevap verdi: “yasa”! “Peki, bir şeyi iyi üretmek için ne yapmak lazım; etkin ve verimli çalışmak lazım” dedi. Aslında bu, neoliberal tahayyülün, neoliberal hayal kurma biçiminin, o söylemin etkisi. Bana da cevap vermek nasip oldu; “O zaman Meclise gerek yok, 100 tane çakı gibi hukukçuyu bulursunuz, kızlı erkekli, sağlam bir büro kurarsınız, en baba meclisten iki kat daha hızla yasa üretir” dedim. Peki, -eğer asli işlevi yasa üretmek değil ise- meclis ne üretir, birazdan o konudaki fikrimi söyleyeceğim.

Egemenliğin beşerileşmesi ve yurttaşın tebarüz etmesiyle anlamını bulduğundan, Ortaçağ’daki istişare ya da meşruiyet kurumlarından radikal olarak farklı bir yerdir meclis, norm yazan bir yer olmaktan da ötede bir yerdedir meclis dediğimiz şey. Meclis “Neden kutsal olmayan, sürekli değişen, normlara uymalıyız?” sorusuna yanıt verdiği ölçüde meşruiyet üreten yerdir. Bu meşruiyet ise, devletin toplumsal bütünlüğü yeniden üretme işlevinin olmazsa olmaz unsuru olarak karşımıza çıkar.

Meclis meşruiyet üretir dedik. 20. Yüzyılda meclis dolayısıyla yapılan bu üretimin 3 şekli gözlemlenir. Bunlardan birisi, 20. Yüzyılın ilk yarısında kapitalist toplumsal formasyonların ağırlıklı olarak benimsediği bir tarzdır. Bu kurguda hayal edilen, muhayyel, tahayyül edilen bir millet vardır. Bunun bedeni, kemiği yoktur, ama bunun temsilcisi ete kemiğe kavuşmuştur. Bunun temsilcisi parlamento -bizde baktığınız zaman, 21 ve 24 anayasalarının meclisi ya da Reichestag’ın meclisi ya da İngiliz Parlamentosu, her neyse o- bu muhayyel varlığı temsil eder, bütün iktidar onundur ve kendi içerisinden yargıyı ve yürütmeyi de çıkartır. Burada güçler birliği sistemi söz konusudur. 20. Yüzyılın ilk yarısında dünya çapında, o dönemin kapitalizmi ve o dönemin birikim stratejileriyle iç içe düşünüldüğünde, uygun form budur, kabul edilen form budur.

Bir diğeri (ikinci durum) de bizim 61. Anayasamızda normatif bedenini bulan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan hegemonyası sonrasında ortaya çıktığı haliyle parlamenter sistemlerdir. Bunlarda güçler ayrılığı kavramı getirilmiştir ve artık meclis, millet denilen bir hayali cemaatin doğrudan temsilcisi değildir. İşte bizim anayasamızdan da bilirsiniz, Türk Milleti, egemenliği meclis eliyle kullanmaz, organları eliyle kullanır. Bunlardan birisi nedir; Meclistir, yürütmesi de vardır, yargısı da vardır. 

Ben Türkiye sağında hüzünlü bir kifayetsizlik hali saptıyorum; çünkü en mürekkep yalamış olanları bile, 61 Anayasasındaki bu radikal değişikliğin idrakinde değilmiş gibi gözüküyor. Onlara göre, hâlâ 21 ve 24 Anayasası -işlerine geldiği ölçüde muhakkak- yürürlükte: Milletin yegane temsilcisi meclis; -teorik olarak da olsa- yargı ve yürütme de ona tabi. Bu kurgunun muhayyel milleti var, onun da bir temsilcisi var, doğal olarak milleti bir tek o temsil ediyor, egemenlik yalnızca ve yalnızca ona ait, yargıyı da, yürütmeyi de kendi içinden çıkarıyor… Ama af buyurun, 61’den bu yana kaç sene geçti? O kadar meclis başkanlığı yapmış adamları var, idam kararları için bilirkişilik yapmış “hocaları” var, yani bu adamların bir danışmanı dahi yok mu diye de sormaktan kendimi alamıyorum.

Bu meşruiyet üretiminin bir üçüncü formu olarak önümüze getirilen bir şey, halk tarafından parlamentonun yanı sıra, başkanın şahsında doğrudan yetkilendirilmiş bir temsili aygıt tarafından yapılan meşruiyet üretimi. Yani başkan da seçilmiştir, parlamento da seçilmiştir. İlk durumun ne olduğunu gördük zaten, yani 20. Yüzyılın ilk yarısına baktık. Ancak şunu belirtmeme müsaade edin: Bu 20. Yüzyıl güçler birliğine özgü hukukun üstünlüğü anlayışı farklıdır, 1945 sonrasındaki hukukun üstünlüğü farklıdır. 45’e kadar gördüğümüz hukukun üstünlüğü, yönetenlerin de yönetilenlerle beraber aynı kurallara tabi olması gibi özetleyebileceğimiz bir şeydir. 1945 sonrasında yeni bir hukukun üstünlüğü anlayışı görüyoruz. Bunun temeli Amerikan hegemonyası döneminde sermayenin uluslararasılaşması. Doktrin bu gerekçeden bahsetmez ama değişimi Nüremberg yargılamalarına bağlar. (Bu arada: Nüremberg’de bir şey öğrenilmedi, yani Nüremberg yargılamaları dramatize edildiği kadar önemli bir olay değildir. Ancak Alman Nazi savaş suçluları mahkemede hukukun üstünlüğünü tatbik ettiklerini tutarlı olarak savundular. Liberal hikaye edişe göre hukukun üstünlüğü kavramının yeni formülü eski formülün yetersizliklerine verilen duygusal ve ahlaki bir cevaptır, hiç de öyle değil!) Gerekçesi her ne olur ise olsun Amerikan hegemonyasıyla uygun olarak, yani sermayenin uluslararasılaşmasıyla, bunların getirdiği taleplerle uyumlu olarak, yani Amerikan sermayesinin Japonya’da, Berlin’de sürtünmesiz olarak yatırım yapmasının gerekliliklerine uygun olarak hukukun üstünlüğü ilkesinin de yeniden formüle edildiğini görüyoruz.

Burada gördüğümüz şey, yönetenlerin ve yönetilenlerin aynı kurallara tabi olmasının yanı sıra, medeni milletlerce -bu Uluslararası Adalet Divanını kuran sözleşmenin 38. maddesi- kabul edildiği haliyle hukukun evrensel prensiplerine uyulması kanaati, bizim hukukun üstünlüğü prensibine 45 sonrası ilave edilmiş bir değişikliktir, bu şekilde karşımıza çıkar.

Güçler ayrılığına dayanan parlamenter kurgu (ikinci durum), 82. Anayasasında da karikatüre dönüşmüş olsa da varlığını sürdürür.

Meşruiyet üretiminin üçüncü formu, başkanlık sistemine denk gelmektedir. Bu konuda ne diyebiliriz? Başkanlık sisteminin meclisin yürütme üzerindeki iktidarını esaslı bir şekilde zayıflattığını belirtebiliriz. Burjuvazi için en uygun temsil biçimi diye bir şey saptayamasak da Türkiye burjuvazisi -belki AKP ile bir başkanlık sistemi istemese de- orta ve uzun vadede -başka bir kadroyla belki- bu seçeneği kullanmaya teşebbüs edecek gibi gözükmektedir. Zira parlamenter sistemlerde başbakan ne kadar güçlü olursa olsun, o tarihsel blok ne kadar kabadayı olursa olsun, iktidarda olan parti, meclis üzerindeki iktidarını her gün aynen yeniden üretmek durumundadır. Yani basit bir şekilde söylersek, bir sonraki seçimi kazanamayacağınız ortaya çıkarsa, bir dönem size çok sadık davranan vekillerinizi zapt etmekte zorlanırsınız; parlamenter tarih de bunun örnekleriyle doludur. Başkanlık sistemi, bu yeniden üretim zorunluluğunun oldukça zayıflaması, yani bütçe yasaları dışında,  başkana meclisin müdahalesi olmaması durumundan beslenir.

Birkaç tespit yapacağım. İlk tespitim şu: Başkanlık sisteminde iktidarın yeniden üretim sürecinde meclisin kontrolü, önkoşulu esaslı bir şekilde zayıfladığından, toplumsal güç ilişkilerindeki dönüşümlerin doğrudan hükümete yansıması, parlamenter sisteme göre daha zor olacaktır. Diyelim kriz çıktı, başkan daha birinci senesinde meşruiyetini kaybetti; fakat başkanın elinde kaç seneliğine seçildiyse, ondan bir eksiği kadar bir zaman olmaya devam edecektir. Bu durumda, özellikle sermayenin fraksiyonları arasında ortaya çıkacak çatışmalarda  -MÜSİAD ve TUSKON arası bir gerilim olursa Allah maazallah, istemeyiz ya da İstanbul sermayesiyle filan- gruplardan birinin toplumsal muhalefeti örgütleyerek meclis içerisindeki dengeleri değiştirme olasılığı azalacağından, sosyal nizamda ve küresel konumlanışta yapısal dönüşümlerin öngörüldüğü dönemlerde, bu dönüşümlerden menfaat umanların başkanlık sistemini yeğlemeye değer bulması beklenir.

İkinci bir saptama şu: Meclisi sürekli denetleme gayretiniz azaldığında, buradaki enerjiyi, -moda tabiriyle- buradaki sinerjiyi emeğin kafasına sarabilirsiniz. Bu da maliyetleri düşürmek çabasında olan insanlar için iyi bir şeydir.

Başkanlık sisteminin faydalarından bir diğeri olarak kolay savaştır.  Mevcut durumda savaş ilanı yetkisi meclise ait, ama birileri çıkıyor, “Biz Suriye ile savaştayız zaten” diyor ya da ne bileyim “4 adam yollarız, 8 füze basar, olur biter” gibi şeyler var. Bir de Allah maazallah böyle bir yasal çerçeve içerisinde düşündüğümüzde savaşın ne kadar kolaylaşabileceğini ne kadar araçsallaşabileceğini düşününüz.

Daha demokratik, ama daha zayıf meclis ihtiyacı... Türkiye’de -yüzde 10’un getirdiği şey- devletin bütün organları meşruiyet krizi ile sarsılmışken, bir restorasyon durumunda -ki bu AKP eliyle olmayacaktır- meşruiyetin yeniden inşası sürecinde meclisi demokratikleştirmeniz gerekecektir, en azından barajı indirerek. Konuşmamın başında söylediğim gibi, insanlarda temsil edildikleri kanaatini hâkim kılmanız lazım. Yoksa meşruiyet krizini aşamaz, restorasyon yapamazsınız. Bu kanaatin hâsıl olması lazım ki, bu meşruiyet krizi aşılabilsin. Ancak demokratik meclisin gelir dağılımı eşitsizliği üzerinde olumlu ya da olumsuz -baktığınız yere göre- etkileri olacağı için, demokratikleştirdiğiniz ölçüde, yani meclisi güçlü kıldığınız ölçüde –başka bir yerden- güçsüzleştirmeniz de gerekiyor: Yani demokratikleştirdiğiniz meclise ait yetkilerin bir kısmını başka bir yere taşımanız lazım. Yargıya taşıyacak haliniz yok, hele hele Sayın Kılıç’ın açıklamalarından sonra böyle düşüneceklerini hiç zannetmiyorum. Geriye kala kala başkanlık makamının kendisi kalıyor. Bir başka deyişle aradıkları (giriş engelleri zayıflatılmış anlamında) daha demokratik, ama daha zayıf bir meclis.

Gerçi 82 Anayasasının 61 Anayasasından radikal farkı şudur: 61 Anayasası, toplumsal çelişkileri Meclis içine taşıyarak ertelemek gibi Batılı bir “yasama stratejisini” benimsemişken, 82 Anayasası toplumsal çelişkileri Meclis dışında tutup, polis yoluyla ertelemek gibi başka bir “hoşluğu” strateji olarak benimsemiştir. Bu son söylediğim şey (demokratik ama zayıf meclis ihtiyacı), ne kadar acil bir ihtiyaçtır, tartışılabilir. Ancak Türkiye'nin herhangi bir restorasyon hükümetinin ya da gücünün çabasının kaçınılmaz olarak meclisi demokratikleştireceğini ve bunun getirdiği sıkıntılarından kurtulabilmek için de meclisin gücünü azaltma gibi bir stratejiyi benimseyeceğini düşünüyorum. Ayrıca başkanlık sistemleri, kimlik esaslı parlamenter temsiller için de birebirdir. “Sınıf esaslı olmasındansa –evlerden ırak-, kimlik esaslı olması evladır” diyor iseniz hararetle tavsiye ederim.

Başkanlık sistemini bir de cumhuriyet projeleri bağlamında değerlendirmek istiyorum. En sonunda anayasa bağlamıyla değerlendirip konuşmamı bitirmek istiyorum.

Cumhuriyet projesi bağlamında başkanlık sisteminden konuşacaksak, birtakım tanımlarla başlamamız lazım. “Devlet başkanının seçimle geldiği devlet biçimine cumhuriyet denir” diye çok bilinen bir tanım var. Bu tanımın kendisinde ciddi eksiklikler olduğunu düşünüyorum. İki alternatif tanım getirebilirim. Birisi statik tanım, uzunca bir cümle, okuyacağım: “Eşit hakları haiz olduğu kurgulanan bir yurttaşlar topluluğundan iktidarını alan cumhuriyet, kendisine yönelen talepleri biçim belirlenimli olarak siyasal iktidara dönüştüren ya da reddeden bir alana ait biçimin en genel ifadesi olarak karşımıza çıkar.” Bunu çok kullanmayacağım için hızlı geçtim. Bir de dinamik tanım vermeye çalışacağım: “Dinamik haliyle cumhuriyet, gücünü aldığı insanlara, yani yurttaşlara, kapitalist formasyonlara mündemiç (içkin) onca çelişkiye rağmen, verili düzenin neden istenilir ve gerekli olduğunu anlatan bir projedir, tasarımdır, üretim ilişkileriyle ilişki kurma halidir. Söz konusu proje, toplumu oluşturan bireylere dışarıdan zerk edilemez, onların üretim ilişkileriyle kurdukları ilişkinin türevidir. Bir proje olarak cumhuriyet, kendi yurttaşlarını bir arada tutan temel ilkelerin yurttaşların özniteliklerinin ve bu yurttaşlar tarafından oluşturulan toplumsal grupların devlet aygıtları içerisindeki temsilinin ve bu temsilin biçiminin, temsil edilenin ne olduğunun, kendisini nasıl ve hangi haklar bağlamında örgütleyebileceğinin, neleri hak olarak savunup neleri hak olarak savunamayacağının çekişmeler içerisinden her gün yeniden belirleneceği bir toplumsallık üretir.” Bu toplumsallık önemlidir ve an itibariyle hepten kaybettiğimiz şey de budur.

Değerden bağımsız cumhuriyet olamaz öyleyse, bir bunu saptayayım müsaade ederseniz. Bir de cumhuriyeti bir ölçüde -bu proje terimini de sevmiyorum, ama kolaylık getirdiği için- “Biz geleceği nasıl tasavvur edeceğiz, nasıl birlikte üreteceğiz?” sorusuna verilen cevaplar bütünü olarak algılarsak, cumhuriyet projelerinin istikrarlı bir cumhuriyete her zaman hâkim bir projeye dayanması gerektiğini görürüz. Yani ideolojik alanın da müdahil olduğu bir tasarım türüdür cumhuriyet.

Bir projenin ismi olarak cumhuriyet, mevcut ve birbiriyle rekabet halinde olan projeler arasında en baskın olanını ifade eder. Baskınlık, ilgili projeye nüfusun önemli bir kısmının desteğini almakla gerçekleşmez; yüzde 44’le hiç olmaz, 51’le de olmaz, 60’la da olmaz. Projeye aktif olarak katılmayan kimselerin de bu projeye ehven-i şer kabilinden rıza göstermeleri, yani pasif devrim durumu gerekir. AKP, temsil ettiği projeyi hiçbir zaman bir pasif devrim konumuna ulaştıramadı; daha önceki projeyi yerinden edecek bir karşı projeyle çıktı, ama kendi projesini hiçbir zaman hâkim hale getiremedi. Bundan kastım şu: Kendisinin karşısında olan insanlara “Tamam istemiyoruz, ama ehvenişer kabilinden ne yapalım…” hissiyatını veremedi.

Bir de şunu vurgulamama müsaade edin: Bir toplumda sürekli hâkim bir cumhuriyet projesi bulunmayabilir. Hâkim cumhuriyet projesi kalmadığı zaman yeni proje kendiliğinden doğmaz. Toplumsal bütünlük verili olan bir şey değildir. Bir sığırı gece ahırında bıraktığınız zaman, kurt yemezse, emrihak vaki olmazsa, sığırı ertesi sabah bulursunuz, onun yeniden üretimi problemli bir şey değildir. Ancak insan toplumlarının yeniden üretimi, yani toplumsal bütünlüğün yeniden üretimi dediğimiz şey, son derece problemli bir şeydir ve sığırın durumundan esaslı olarak farklıdır. İstikrar her zaman her durumda istenilen bir şey olmayabilir, ama istikrarın olmadığı dönemlerde toplumların parçalanması, işte 1910’dan şu güne kadar devletlerin haritalarına bakarsanız, beklenebilir bir şeydir.

Baskınlık ölçütü, ilgili projenin kendisini bütün toplumun menfaatine denk geldiği iddiasıyla birlikte sunabilecek kapasiteye ulaşmasını şart koşar. Günümüzde mevcut rakip projeler arasında bırakın inandırıcı olmayı, dışlayıcı olmayan, kendisini herkesin menfaatini gerçekleştireceği iddiasıyla sunan hiçbir proje bulunmamaktadır; ne AKP’nin önerdiği proje, ne yerinden ettiği -var ise öyle bir proje- proje ne de başka bir alternatif, inandırıcı olarak kendisini bütün toplumun menfaatini hedefleyen bir proje olarak sunamamaktadır.

Hâkim proje ve toplumsal bütünlük arasında bir ilişki var dedik. Eğer bir toplumun bütünlüğü devam edecekse, bu hâkim proje olmaması durumu geçici olmak durumundadır. Türkiye, geçici bir durumun içindedir ve bu geçicilik hali uzadıkça, kalıcı olanın kendisini gerçekleştirme biçimi, bu konuşmanın konuşmacısını ciddi endişelere gark etmektedir. Hâkim bir cumhuriyet projesinin yokluğunda, temsilin biçimi ve dolayısıyla ete kemiğe bürünmüş haliyle cumhuriyetin tahayyül ediliş biçimi belli değildir.

Bu bölüm içinde birtakım saptamalar yapmama müsaade edin. Bunlardan birisi şudur: Temsili demokrasilerin verili biçimlerinden hareket edip soyut bir düzlemde “en uygun” cumhuriyet projesine varmak mümkün değildir. Ne başkanlık sistemi -demin dezavantajlarına baktık- ne parlamenter sistem, kendi kendine koşturup bir toplumsal sınıfın menfaatinin üstüne yapışmaz, yani avantajları ve dezavantajları vardır. İlgililer konjonktüre göre bunu değerlendirirler. İlk saptamam bu olsun.

İkinci saptamam şu: Mevcut konjonktürde başkanlık sisteminin -demokratik olmayan, biçimsel demokrasinin, yani oy ticaretinin idaresi için sunduğu imkânlar fazladır. Bir esasa müteallik olmayan, yani siyasal sürecin kendisine değil de sadece oy yoluyla desteklenen bir hareketin verdiği kararlara odaklanan formal neoliberal bir demokrasi anlayışı, gün geçtikçe dünya üzerinde başkanlık sistemlerinin nimetlerini keşfedecek gibi görünmektedir.

Bir üçüncü saptama; kimliklerin libidinal akışı içerisinde özgürlük arama yarışı olarak tanımlayabileceğimiz bu kimlik sevici haller, sınıfsal taleplere dönüşmeksizin cumhuriyet projelerinin merkezine oturacak ise, bunların mecliste olduğundan daha fazla başkanın şahsında temsili beklenir. Başkan bunları ete kemiğe büründürdüğü için değerlidir. Piyasayla uyumlu olması nedeniyle kimlik temelli temsiller, kapitalist birikimi engellemediği sürece, “sistem dostu radikallik biçimleri” olarak meşru zeminde savunulabilecektir. Çoksesliliği içermeyen başkanlık makamının sistem dostu radikallik biçimlerinin idaresinde daha hayırlı sonuçlara vesile olacağı düşünülebilir.

Ben ikinci vaadimi de yerine getirmeye çalıştım. Cumhuriyet projeleri bağlamında başkanlık sisteminin emekçiler için hayırlı bir yanını bulamadım, ama kapitalist sınıflar için artılarını kabaca sunmaya çalıştım.

Bir üçüncü vaadim de anayasa üzerinden gitmekti. Cumhuriyet tanımında olduğu gibi, anayasa tanımını da tartışmaya açmayı öneriyorum. Anayasa dediğimiz şey, devletin iç teşkilatını ve bireylerin devlete karşı haklarını gösteren bir şey değildir. Anayasaya dediğimiz şey, hâkim bir cumhuriyet projesinin normatif ifadesidir. Anayasalar kazüistik olarak yapılamazlar, yani 50 bin, 60 bin maddeyle her duruma cevap üreten anayasalar düzenleyemezsiniz. Her anayasa, kendisini hayata getiren cumhuriyet projesinin izlerini taşır, hep boşlukları vardır ve boşlukları istikrar zamanında hâkim olan cumhuriyet projesine referansla doldurur. Hâkim proje kalmazsa, anayasa da maalesef kalmaz, yani hükümleri vardır, ama acayip acayip yorumlara, her tatbikatında acayip acayip tepkilere dönüştürür, hükümleri hiçbir zaman yeknesak bir yoruma ve tatbikata muhatap olmaz.

Hâkim bir cumhuriyet projesinin yokluğunda, tutarlı ve uzun ömürlü bir anayasa akdedilemez; zira bir şeyin normatif ifadesi, o şeyin kendisinden önce olmaz. Hani “Anayasa yapalım” çabaları ve temennileri var ya, bu çok beyhude geliyor, yani anayasadan cumhuriyet projesine gidemezsiniz, böyle bir şey yok, hiç kendinizi yormayın, anayasa yapmaya da çalışmayın. Aksi yönde bir çaba, yani cumhuriyet projesinden anayasaya varmak ise muteber ve mümkündür.

İkinci saptama, uzlaşının ve bu uzlaşının sağlanması için gerekli müzakere ortamının yokluğunda, referandum ya da plebisit dediğimiz şeyler de parlamentodaki çoğunluğun sorumluluğu atmak için kullandığı bir oyuna dönüşür. Birden ziyade cumhurun oluşmakta olduğu siyasal düzlemlerde, referandum, plebisit, sadece bir olma halini yitiren bu farklı oluşumların sınırlarını çizer, birbirlerine karşı güçlerini belirler, “Hadi bakalım, kaç kişiymişiz”den öteye bir anlam ifade etmez.

Olağan usullere göre seçilmiş iktidarlar, egemenlikle ilgili hususlarda inşai karar alamazlar. Yani birilerinin Körfez sermayesiyle, emperyalistlerle, Kürt milliyetçileriyle bir cumhuriyet projesi varsa, pasif devrimle taçlandırmaksızın, bunu gerçekleştirmek için kullandığı hukuksal araçların ve aldığı kararların hepsinin geçersiz olacağı rahatlıkla söylenebilir, hiçbir anlaşması bağlayıcı olamaz. Olağan dönemlerde seçilen hükümetler, ilgili cumhurun ve onun referansta bulunduğu soyut entite olarak milletin egemenliğini dönüştüremezler. Egemenliği dönüştürecekseniz, ya bunu başaracaksınız, ona bir şey diyemem, topla tüfekle yapabilirsiniz, ama yapamıyorsanız, kurucu meclise ihtiyaç duyarsınız. Kurucu meclis olmadan egemenliği dönüştüremezsiniz, yani yaptım oldu… yapabiliyorsa olur. Ama yapamadığınız noktada, bütün tasarruflarınız hukuk açısından yok hükmünde olacaktır.

Kurucu meclisten bahsettim. Cumhur ve toprak üzerinde örgütlenmeye ilişkin birkaç şey söyleyeceğim, bir iki hususa daha değinip bitirmeye çalışacağım. Birden ziyade milletin, cumhurun oluştuğu ve kendini direttiği her yerde, her bir kolektivitenin toprak üzerinde müstakil örgütlenmesi ve neticede üniter yapının çökmesi, dağılması gündeme gelecektir. Anılan koşullar oluştuğunda, kendini ifade ettiği kılıf her ne olursa olsun, müstakil örgütlenme, ilgili devletin toprak üzerinde örgütleniş kipliğini, tarzını mutlaka değiştirir. Merkezin verdiği yetkileri istediği zaman geri alabilmesi anlamında yetki genişliği ilkesi anlamını yitirir. Müstakil yapılar, iktidarlarını -dil, toprak üzerinde örgütlenmenin önkoşulu olduğu için- kendi cumhurlarının dilinde ifade etmeye ve bu cumhurlara atfetmeye başlarlar. İyidir-kötüdür, seversiniz-sevmezsiniz, bu ayrı bir şey, ama nihayetinde olan budur.

İş bu raddeye geldiğinde, siyasal iktidar, oluşmaya başlayan cumhurlardan birisine “Siz milletsiniz” derken, ötekine “Siz millet filan değilsiniz, bir kısmınız falanca filanca, diğer kısmınız filanca mezheptensiniz, dindar-dindar olmayan, ve demokrat karşısında darbecisiniz. Unuttunuz mu; siz birbirinizden nefret edersiniz” diyerek işin içinden çıkamaz, yani bu basit ve vasat bir stratejidir. İş bu noktaya geldiğinde, bunlarla kurtulmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.

Aynı süreçte barış kelimesinin anlamı da dönüşür. Bu kavram artık sosyal yaşamda gerilimin tahrip edici etkilerinin azalmasını değil; ilgili cumhurun kolektif varlıklarını piyasalaştırma sözü ekseninde uluslararası güç odakları arasında mutabakatın, anlaşmanın sağlanması durumuna denk gelecektir. Bu anlam kaymasını da ilginize sunarım.

Üçüncüsü, hâkim bir cumhuriyet projesinin yokluğunda, anayasa üzerinden sürdürülen çekişme, anayasa tartışmalarıyla sınırlı kalmaz; ilgili toplumun dayanakları, tarihi, değerleri, bütün bunları ifade eden sanatsal yapıtlar, muhalefet biçimleri, öneriler, parklar, bahçeler -malumunuz-, çekişmenin kendisini açığa vurduğu alanlar haline gelir. Semptomlarımız burada çizilen duruma birebir uymaktadır.

Hâkim bir cumhuriyet projesinin yokluğunda, hâkim bir geçmiş anlatısı olmaz. Bundan kastım şu: Kimine göre “aslan Osmanlıcı” bir tarih anlatısı içerisine sokamayacağınız bir padişah temsili, lanetli ve kötü bir şey haline gelir. Kimilerinin başka bir geçmiş anlayışı vardır, Avrupa adaptasyonuna inanıyorlarsa ve oraya gitmek istiyorlarsa tarihimizi hep “Batı’ya doğru ilerleme” fikriyatı ekseninden okurlar. Ümmetçi bir perspektifiniz var ise Çanakkale savaşı Türklerin değil cümle müslümanın, bir azınlık milliyetçisi iseniz, artık bu kimselerin eşit katkılarının ve fedakârlıklarının, ürünü olacaktır. Sınıfsal etkisi üzerinden benimsenen ve biçimlenen tarih anlatılarına ters düşen her sanat yapıtı, geçmiş hakkındaki her mülahaza, ciddi bir çekişmenin, hatta öldürmeye yönelik tehditlerin içerisinde sürdürülür.

Yine hâkim bir cumhuriyet projesinin yokluğunda, bir gelecek tasavvurunuz da olmaz. Cumhuriyet projeleri, bir toplumu oluşturan insanların geleceği birlikte her gün yeniden üretmeleri için elzemdir. Bunun yokluğunda bir gelecek tasavvuru -Orta Asya’ya mı takılacağız, Körfez Araplarının paralarıyla nefis bir Ortadoğu hayalimiz mi olacak, yoksa Avrupa Birliğiyle bütünleşmiş, medeni yurttaşlar toplumuna mı dönüşeceğiz; Allah selamet versin- bulunmaz. Projenin çöktüğü her yerde her türlü gelecek projeksiyonu kavgalara ve “cümbüşe” zemin hazırlayacaktır.

Şöyle bitirmeme müsaade edin: Hangi projeye sahip olursanız olun, Avrupacı, Ortadoğucu, Orta Asyacı, daha yerel vesaire, bütün bunlar emekçi sınıflara karşı benzer şiddet potansiyellerini içerirler, oldukları haliyle, burjuva yazınında kaldıkları haliyle. Bu nedenle, aralarından birini seçmeye meyilli kimselerin emek kriterinden başka kriterler bulmaları gerekmektedir. Diğer yandan, mevcut pratikler arasında tercihte bulunmamak seçeneği, ancak emekçilere ait bir projenin inşası uğraşıyla paralel gittiği zaman ve gittiği ölçüde, anlamlı bir siyasal tavra denk gelecek, aksi takdirde seviyesiz bir nihilizmle sonuçlanacaktır.

Sabrınız için teşekkür ederim.

 

Av. ÖZLEM ŞEN ABAY- Tabii Korkut Hoca ve Ali Murat Hocadan sonra konuşmak epeyce zor. Ben çok daha somut; davalardan, karşılaştığımız ve gördüğümüz tablodan bahsetmek istiyorum.

Çok değerli üstadımız, yoldaşımız, Halit Amcamız -kendisine nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum- yolumuzu kaybettiğimiz zamanlarda adeta bir kutup yıldızı gibi parlayan bir insanı anmak üzere burada buluştuk. Bizler, kendisinden, mücadelesinden ve hayatından feyiz almaya çalışıyoruz.

Memleketimiz çok kritik bir süreci geride bıraktı. Ben buna özel dönem diyorum. Korkut Hoca “faşizm” dedi, kimileri “Rejim tasfiye ediliyor, bir başka rejim getiriliyor” diyor, ama ben özel dönem olarak tarif etmeye çalışacağım.

Bu özel dönemde AKP hukukunun ya da hukuksuzluğunun -gerçekten hangisini kullanırsak kullanalım, sonuç olarak bir farkı yok- gündeme her vesileyle damgasını vurduğunu görüyoruz. Ülkemize ve bölgemize ilişkin daha fazla açlık, yoksulluk ve de savaş anlamına gelecek olan bu işgal ve dönüşüm sürecinin aslında en önemli aracı; hukuk. AKP, bu özel dönemde büyük bir hukuksal dönüşüm gerçekleştirdi ve önemli ölçüde bir başarı elde etti.

Ne olduğuna kısa bir şekilde göz atacak olursak; 2010 yılında Anayasa değişikliğinin gerçekleştiğini hatırlıyoruz. Yine Anayasa Mahkemesinin, HSYK’nın, Danıştay’ın ve Yargıtay’ın bileşimlerinin değiştirildiğini, buna dair birtakım yasal adımlar atıldığını, yargı ve iktidar gerilim hattında iktidar lehine birtakım düzenlemeler yapıldığını görüyoruz. Ceza kanunları ve bağlantılı kanunlar, yani temel kanunlarda çok temel değişiklikler oldu. Ancak bu konuşmanın çerçevesi ile sınırlı olmak üzere şunu söyleyebilirim: Özel yetkili mahkemeler ve oluşturulan özel yetkili savcılıklar, AKP döneminin ürünüdür. 1982 Anayasasında düzenlenen olağanüstü hal kavramı, özel yetkili mahkemeler ve özel yetkili savcılıklar aracılığıyla olağanlaştırılmış bir yargı sistemi haline dönüştürülmüştür. Her ne kadar özel yetkili mahkemeler ve savcılıkların kaldırılmış olduğu iddia edilse de aslında mevcut durumda bir değişiklik olmadığını söyleyebilirim. Örneğin; özel yetkili savcılıklar anayasal suçlara karşı savcılıklar olarak yeniden tanımlandı. Yine örneğin: Hopa davasını açan sayın Savcı- ismini zikretmemde bir sakınca yok- yeni düzenlemeyle birlikte anayasal suçlara bakmakla görevli savcı haline getirilmiştir. Dolayısıyla son tahlilde burada özel yetkili mahkemeleri ve savcılıkları kaldırdık diyebilecek herhangi bir gelişme görmediğimizi söylemek durumundayım.

Sonuçta hukukta yaşanan dönüşüm süreci ve özel dönemde iki başlıktan bahsetmek mümkün: Birincisi, liberal ve piyasacı bir anlayışla kalan son kamu kurumlarının tasfiye edildiği bir rejim. İkincisi de zor aygıtlarının daha da geliştirilerek, baskıcı bir sistemin giderek daha da hâkim hale getirildiği bir korku toplumu yaratma çabası; artan polis şiddeti, polis şiddetiyle bertaraf edilemeyen güçlerin hukuk yoluyla etkisizleştirilmeye çalışılması ve tasfiyesi. AKP, hukuku, kurmaya çalıştığı bu yeni rejimin düzleyici aracı olarak kullanmıştır.

Bu yeni rejimin göze çarpan ikili bir yapısı bulunuyor; ilk bölümde polis şiddeti bulunmakta, ikinci bölümde ise polis şiddetiyle bertaraf edilemeyen kesimin etkisizleştirilmeye çalışıldığı hukuki süreç, yani yargılama süreci bulunmaktadır. Bütün bunlar, aslında adeta bir düşmanlık hukukunun yaratılmaya çalışıldığını bize gösteriyor. Peki kim bu düşman, kim olabilir? Düşman her an herkes olabilir; Örneğin muvazzaf bir subay olabilir, örneğin seküler siyasi odaklardan bir tanesi olabilir, yine örneğin sokakta içki içen bir vatandaş olabilir veya kendi cinsel kimliğine özgürce sahip çıkmaya çalışan LGBT topluluğundan bir vatandaşımız olabilir veyahut AKP’nin rantçı ideolojisine karşı kendi kentinin merkezine, parkına sahip çıkmaya çalışan bir çevreci de olabilir. Yani düşman, özet olarak, AKP’nin yaratmaya çalıştığı muhafazakâr-liberal anlayışın karşısında herhangi bir kimse olabilir. İşte bu düşman, bu hukuk sayesinde bertaraf edilmelidir, her durumda bertaraf edilmek zorundadır. AKP davaları olarak kodladığımız davalar, işte her an düşmana dönüşebilecek veya hali hazırda düşman olarak kodlanan kesimle mücadelenin en temel aracı olarak karşımıza çıkmıştır. Korku toplumunu yaratmak için kullanılan önemli bir silah oldu AKP hukuku ya da hukuksuzluğu- artık ne dersek diyelim bir önemi yok- 

Sizleri çok da sıkmadan somut olarak bu davaların birkaçından ve karakterinden bahsetmek istiyorum.

Bu davaların birincil önemde özelliğinin şu olduğunu görüyoruz: Bir kere çok iddianame odaklı davalar yani iddianame hazırlanır hazırlanmaz aslında dava süreci bitmiş oluyor. İddianame hazırlanıncaya kadarki süreci biz bir dava süreci olarak görüyoruz. Ne demek istiyorum? Ceza yargılamasının bildiğiniz üzere -çok değerli hukukçular ve üstadlarımız var salonda- temel prensiplerinden bir tanesi, delilden yola çıkarak suçluyu bulmaktır. Deliller size suçlunun kim olduğunu göstermelidir.

AKP davalarında ise bertaraf edilmeye çalışılan düşman bellidir, dolayısıyla suçlu da bellidir. Bu aşamada ceza hukukunun bahsettiğim prensibinin tersine çevrilerek; suçludan yola çıkılarak delil tarif edildiğini görüyoruz. Örnek vermek gerekirse; bildiğiniz gibi Büşra Ersanlı, KCK davasında aylarca cezaevinde tutuklu kaldı.  Büşra Ersanlı’dan yola çıkarak toplantılar izlendi, Büşra Ersanlı’nın telefonları dinlenildi ve delil tarif edilmeye çalışıldı ve buradan yola çıkılarak bir iddianame hazırlanmış oldu. Gerçekte amaçlanan Büşra Ersanlı nezdinde topluma bir mesaj verilmek istenmesiydi.

İki yolla davaların açıldığını görüyoruz; bu bazen dolaylı talimatlarla bazen se çok doğrudan talimatlarla olabiliyor.  Dolaylı talimatlarla açılan davalara Hopa davası örneğini verebiliriz. Hopa davası sürecinde Erdoğan’ın mitingini protesto etmek isteyen vatandaşlarımızın yaptığı basın açıklaması sırasında bildiğiniz üzere bir emekli öğretmenimiz -Metin Lokumcu- hayatını kaybetti. Ancak Erdoğan, o sırada ve daha sonra yaptığı konuşmalarda, bu basın açıklamalarına katılan vatandaşlarımızın terörist olduğunu söyledi, yani bu insanları doğrudan hedef göstermiş oldu. Dolayısıyla burada birtakım savcılarımız, kendilerine görev addediyorlar, terörist ilanını adeta bir talimat gibi kabul edip bunun üzerinden bir hazırlık süreci içerisine giriyor ve iddianameyi hazırlıyorlar.

İkinci yol da çok planlı, yani doğrudan iktidar bloğunun planlı bir eylemi sonucunda açılan davalardır. Örneğin Ergenekon davası; bu çok planlı bir davadır; iddianame üzerinde çalışılmıştır, deliller toplanmıştır ve de Ergenekon davası ortaya çıkarılmıştır.

Şunu zannımca rahatlıkla söyleyebiliriz; bu tür davalar ile ceza yargılamamızın en temel prensibi olan masumiyet karinesi tümüyle bertaraf edilmiştir, yani masum kimse yoktur, artık hakkında dava açılmış kişi vardır.

Hukuk devletinde 3 ayaktan bahsedilir, sizler de bilirsiniz; iddia, savunma,ve hüküm. Yani iddiayı, savcı; savunmayı avukat, hükmü ise mahkeme temsil eder.  AKP davalarında bana göre üçlü ayak, ikiye iniyor, yani iddia ve hüküm organı artık bir bütün halinde hareket ediyor. İddianame hazırlandığı andan itibaren zaten suçlu belli olmuş oluyor. Geriye bir tek savunmanlara iş kalıyor, savunmanlık mesleğinin ne kadar önemli bir hale geldiğini biraz olsun anlatabildim sanırım.

AKP davaların bir diğer önemli karakteristik özelliği, müphemlik, davalar bir çeşit belirsizlik üzerine kuruluyor. Nedir bu belirsizlik? Davalarda çoğunlukla bir örgüt tarif ediliyor. Hopa davasında ne olduğunu basından takip edebilmişsinizdir; Devrimci Gençlik Örgütü iddianameyle yeniden kuruldu biliyorsunuz. Biraz önce bahsettiğim basın açıklamasına katılan, bizim de müvekkillerimiz olan, ÖDP ve TKP üyeleri yani yasal birtakım partilerin üyeleri bahsedilen Devrimci Gençlik Örgütünün üyesi olmaktan yargılandılar. Davalarda, çizmeye çalıştığım müphemlik ve belirsizlik ortamı öyle bir yumak haline getiriliyor ki, her an herkes şüpheli haline gelebiliyor. Dolayısıyla durum ne mahkemenin ne de savunmanın içinden çıkabileceği bir hal alıyor. Yalçın Küçük’le Hanifi Avcı’nın aynı davada yargılandığı bir dava; Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu en önemli entelektüellerinden bir tanesiyle kontrgerillanın eski isimlerinden bir tanesi, aynı davada mahkûmiyet alıyorlar. Böyle bir müphemlik ve belirsizlik ortamı ve de bu müphemlik ortamı, henüz iddianame hazırlanmadan basına servis ediliyor, “Örgüt bu, üyeleri de bunlar.” Suçlular böylelikle belirlenmiş ve afişe edilmiş oluyorlar.

Bahsettiğim belirsizlik ortamının yanında, bir diğer karakteristik özellik ise: Her davanın kendine ait bir retoriğinin bulunması. Bu retorik, AKP’nin siyasi açılımlarına göre değişiyor.  Örneğin; “AKP darbecilerle mücadele ediyor, AKP ileri demokrasiyi savunuyor” gibi şiarlarla yola çıkılıyor. Böylelikle davanın sanıklarının içerisine birkaç darbeci general katılıyor, alın size darbe karşıtı mücadele… 12 Eylül davasına ben gözlemci olarak katıldım, yani pek çok müvekkilim bana başvurmuş olmasına rağmen, bu davada herhangi bir şekilde yer almayı reddettim; çünkü bir tiyatro oynanacağını düşünüyordum, zira öyle oldu. En iyi savunmayı Kenan Evren’in avukatı yaptı bana göre. Kenan Evren’in avukatı çıktı ve dedi ki, “Siz şu an bizi yargılayan mahkeme, bu davayı hazırlayan savcı, bu iktidar, bunların hepsi bizim rejimimizin devamıdır ve ürünüdür, siz bizi yargılayamazsınız.” Neticede bu davaların retoriğinin bir şekilde AKP’nin bulunduğu iktidarı beslediğini, güçlendirdiğini ve kuvvetlendirdiğini görüyoruz.

Bu ortamda tabii ki adil bir yargılanmadan bahsetmek mümkün değil. Artık suçlunun belli olduğu, hiçbir şekilde savunma hakkı verilmediği bir ortamda adil bir yargılanmadan bahsetmek mümkün dahi değil. Ancak yine de sizlerin gözlerinde canlanması açısından bir iki örnek vermek istiyorum. Binlerce sayfalık iddianameler, belgeler, deliller, “Azmış bu belgeler” dediğimiz davamızda 15 tane klasör, bu çeşit davalardan bahsediyoruz. Bu kadar belgeyi avukatın okuması mümkün mü? Gerçekten tek işinin bu olması gerekiyor. Yine davalarda dijital kayıtların bolca kullanıldığını görüyoruz. Sosyal medyada, Facebook’ta ve benzeri paylaşımlarda bulunan herkesin dikkatli olması gerek, bu da korku toplumunu besleyen diğer bir vaka haline geliyor.

Dosyaların özel olarak bizlerden, kent merkezlerinden kaçırıldığını görüyoruz. Ali İsmail Korkmaz davasında dosya bildiğiniz üzere; avukatların terör örgütü üyesi olduğu bahane edilerek, Eskişehir’den kaçırıldı ve Kayseri’ye götürüldü. Tabi davaların kent merkezlerinden kaçırılması veya uzaklaştırılması, gerek aileler gerekse davaya katılanlar açısından çok büyük bir mağduriyet haline geliyor. Silivri yargılamaları bir diğer örnek. Avukatın dosyaya ulaşması zaten bir şekilde engelleniyor. Hopa dosyasında bize sayın savcı şunu demişti: “Bütün dosyalar kapalı zaten, hiçbirini inceleyemiyorsunuz. Bakın, biz ne kadar demokratız, dosyayı okuttuk size.” Yani bu bir çeşit lütuf bizler açısından, henüz iddianame hazırlanmadan dosyaya ulaşabildik.

Peki Gezi yargılamalarında durum nedir? Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz davalarında durumumuz ne?

Değerli konuklar; biraz önce ikili bir yapıdan söz etmiştim hatırlarsanız; Bir polis şiddeti, bununla bertaraf edilemeyen kısımda ise bir yargılama süreci. Ali İsmail Korkmaz’ın cezasını zaten oradaki sivil polisler verdiler, yani o gece girdiği sokakta yargılaması yapıldı Ali İsmail Korkmaz’ın, girdiği o sokakta. 19 yaşında bir genç olan Ali İsmail için “Bu çocuk Gezi eylemine katıldı” denildi ve o sokakta sopayla dövülerek infaz edilmiş oldu. AKP’nin yarattığı faşizan sistem işte budur. Ali İsmail Korkmaz gezi yargılamaları içinde sanıkların tutuklu yargılandığı tek dosyadır. Bu da gerçekten yereldeki avukat meslektaşlarımızın çok kişisel çabalarıyla mümkün olmuştur. Ethem Sarısülük dosyasında sanığın duruşmaya perukla getirildiğini hatırlatmak isterim. “Bunun hakkında hiçbir işlem yapmayacak mısınız?” dediğimiz yargı mercii zaten duruşmada uyuyordu. Twitter’da uyuma görüntüleri çıkınca, bildiğiniz gibi dosyadan çekildiler.

Yalnız şunu söylemek durumundayım; kamuoyu desteği gerçekten çok önemli. Özellikle bu tür davaların takibinde. Hopa davası sürecinde gördük ki, kamuoyu desteği gerçekten çok belirleyici olabiliyor.  Toplumsal mücadele ve kamuoyu desteği doğrudan duruşma salonunu, mahkemeyi ve vicdanları etkileyebiliyor. Dolayısıyla bu ayağının hiçbir zaman eksik olmaması gerekiyor.

Avukatlar olarak biz ne yapıyoruz? Avukatlar olarak bu süreci yukarıda bahsettiğim gibi takip ediyoruz. 12 Eylül rejiminde, Halit Çelenk’in kendi mücadelesini verdiği dönemden -Korkut Hoca bir rejim çizdi biraz önce – farklılaşan yanları mutlaka var ama bu süreçte avukatların, hukukçuların rolü hiçbir zaman değişmiyor. Halit Çelenk, bu açıdan bize ışık tutuyor, bu açıdan bizim kutup yıldızımız, bu açıdan kendisi çok özel bir insan, anısının önünde saygıyla eğiliyorum.

Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.

 

ALİ RIZA AYDIN- Değerli Halit Çelenk dostları, değerli konuklarımız; önce bir özrümüz var, salon süresi nedeniyle salona söz veremiyoruz.

Hukukçu, siyasetçi, yazar, Türkiye hukuk ve siyaset tarihinin etkin ve örnek insanı Halit Çelenk ile ilgili bir etkinliği daha tamamladık.

Onun inceliğine yakışır bildiriler dinledik. O, o kadar inceydi ki, son imza gününde bir lise öğrencisi, “İdam Gecesi Anıları” kitabının 1978’deki ilk baskısını getirmişti; babasının kitabıymış, evdeki kitaplıktan almış getirmiş. Çok heyecanlanmıştı ve kalkmakta zorlandığı halde, kalkıp onu öpmek istedi; sonra da uzunca bir notla kitabı imzaladı.

Doyurucu sunuşları için Korkut Boratav, Ali Murat Özdemir ve Özlem Şen Abay’a çok teşekkür ediyoruz.

Onun çok unvanı ve tanımlaması var: Halit ağabey, uzun yürüyüşçü, hukuk anıtı, hukuk şövalyesi, dava insanı, devrimci, devrimcilerin ödünsüz savunmanı, zor günlerin insanı, büyük usta, bükülmez savunman, dost insan, simge, önder, öğretmen, solmayan bir çelenk, insanlık abidesi, demokrasi ve insan hakları savaşımcısı, hukukun çelenki, gün ışığı, umudun simgesi, ezilenlerin kale komutanı ve Türkiye sosyalizminin bilgesi… 

Ancak, Adalet İçin Hukukçular olarak, bizler Halit Çelenk adının, unvanlarının ve eserlerinin yalnızca etkinliklerle anılmanın ötesine taşınması gerektiğine inanıyoruz.

Türkiye, yıllardır burjuva hukukunun, soyut hak ve özgürlük tanımlarının içinde yaşadı. AKP dönemiyle birlikte, hukuk, artık karşıtları sindirmenin, sömürü düzenini engelsiz sürdürmenin ve AKP'nin ihtiraslarını gerçekleştirmenin aracı haline getirildi. Başta Halit Çelenk olmak üzere, değerli hukukçularımız, bu yanlı hukuk sistemi içinde, hukuksuzluk içinde adalet arayışına giriştiler. Aynı zamanda da sistemi, rejimi sorguladılar.

Artık bir AKP hukuku, aslında hukuksuzluk dediğimiz bir AKP hukukuyla karşı karşıyayız. AKP ve sömürü düzeni açısından kazanım olan bu değerler hiçbir evrensel hukuk kuralına, hiçbir evrensel kazanıma uymuyor.

Burjuva hukukunun ne olduğunun bilinmesi, ondan kurtulacak yolların aranması, hukuka sınıfsal bakışın doğru okunması, hukuk/hukukçu ve sosyalizm ilişkisinin kurulması, artık her zamankinden çok ihtiyaç haline geldi, kurumsal ihtiyaç haline geldi.

Demokrasi, hukuk, baskı rejimi, sömürü rejimi, diktatörlük arasındaki bağlantıyı sorgulamadan devleti, yönetimi ve toplumsal ilişkileri çözmek neredeyse olanaksız. İşte, yaşamında, mücadele alanında, eser üretiminde hukukçu Halit Çelenk bu sorgulamanın tam merkezinde duruyor ve geleceğe yol gösteriyor. O’nun yaşamı, merkezinde durduğu yer ve yol göstericiliği, özellikle genç hukukçuların ve sosyal bilimcilerin, onun adına düzenlenecek bir araştırma, inceleme ve eser üretimine girişmesine tam oturuyor.

Sorgulayabilmek için, burjuva hukukunun ne olduğunu daha iyi anlatabilmek için, AKP dönemini daha iyi algılayabilmek için, devlet-toplum-hukuk üçgenini ve bu üçgen içinde sözde adaletin temsil edildiği yargıyı daha iyi algılayabilmek için, genç hukukçuların ve genç sosyal bilimcilerin çalışmalarına ihtiyacımız olduğunu gördük. Türkiye'de, Marksist hukuk çalışması neredeyse bir parmağın sayısı kadar az ve onların bir bölümünü de kaybediyoruz. Hukuk ödülleri genç hukukçulara, genç araştırmacılara, hukukun Marksist kavranışını çalışarak üretenlere, bilimsel sosyalist hukuk anlayışını benimseyenlere, AKP hukukunu didik didik deşerek onların ipliğini pazara çıkaranlara, burjuva hukukunun üzerindeki örtüyü açarak gerçekle buluşanlara verilmiş olacak.

"Halit Çelenk Hukuk Ödülü" bu amaçlarla düşünüldü. Yaşamda ve hukukta devrimci duruşun, adaletsizliğe karşı mücadelenin simgelerinden olan Halit Çelenk’in hukuk mücadelesi ve eserleri doğrultusunda, toplumsal ilişkiler ile hukuk arasında bağlantı kuran eserler üretilmesini teşvik atmak amacıyla, Mayıs ayı içinde ilan edeceğimiz koşullara uygun olarak ortaya çıkacak eserler "ödül kurulu" tarafından değerlendirilecek. Mayıs 2015 etkinliği, aynı zamanda ilk ödülün verildiği tarih olacak.

İnanıyoruz ki, bu yarışmanın kazananı, katılan tüm eserler, üreten tüm araştırmacılar olacak. Asıl kazanan ise eşitleştirme, özgürleştirme ve adalet mücadelesi veren halk ve bu halkın hukuku olacak. Bu nedenle Halit Çelenk Hukuk Ödülü, kazananı ya da ödül değeri ile değil, katılan eserleri ile anılacak. Bu yarışmaya kabul, ödül olacak.

Adalet İçin Hukukçular tarafından düzenlenecek ilk yarışmanın ödül kurulu için, Prof. Dr. Korkut Boratav, Prof. Dr. Rona Aybay, Prof. Dr. Ali Murat Özdemir, Dr. İlker Kılıç, Barolar Birliği Bşk. Yrd. Av. Başar Yaltı, yazar Serpil Çelenk Güvenç, Av. Bilgütay Durna, Av. Özlem Şen Abay ve Anayasa Mahkemesi Emekli Raportörü Ali Rıza Aydın görev ve sorumluluk üstlenecek.

Adalet İçin Hukukçular olarak, Halit Çelenk hocamızı yaşamındaki değerlerle ve bu değerleri daha da ileriye taşıyarak, üreterek, hep birlikte yaşatacağımıza, genç kuşaklara onu anlatacağımıza söz veriyoruz.

Bugün bizi bildirileri ile aydınlatan konuşmacılarımıza, emeği geçen dostlarımıza ve tüm katılımcılara teşekkür ediyoruz. Gelecek etkinlerde ve ödül törenlerinde buluşma dileğiyle...