Yayın tarihi: 2 Kasım 2016 - 22:20

7 Kasım 1980, 6 Mayıs 1972 ile birlikte Halit Çelenk’in savunmanlık yaşamının en acı günlerinden birisidir. İlki İlhan Erdost’un Mamak Askeri Cezaevinde öldürülmesinin, diğeri ise Deniz’lerin idam edilmelerinin tarihidir.

Bu olaylar Çelenk’in anılarında özel bir yer tutarlar. (Barış Savaşçıları, Halit Çelenk İle Bir Gün)

Biz de İlhan’ı 36. Yılında sevgiyle ve özlemle anıyor ve Serpil Güvenç’in yazısını ve Halit Çelenk’in albümünden aldığımız birkaç resmi sizlerle paylaşıyoruz.

 

UMUDUN GÜLÜŞÜ - İlhan Erdost için

Yüreğime bir od düştü

Yanar  İlhan İlhan diye” (Rana Erdost)

 

Kapital’in düzeltiminden yenice kalkmıştır

Kızarmış, kan oturmuştur gözlerine

Gömleğinde, ter ve boya

Kağıt ve kurşun

Basımevi kokusuyla

Gelir İlhan düşlerime” (Metin Demirtaş)

 

Ve biz geleceğiz bir gün, biz ikimiz

İki kardeş

Yan yana ve omuz omuza

Bileklerimizde

Kitaba ve düşünceye vurulu zincir

-le (Muzaffer İlhan Erdost)                                                     

 

Otuz iki yıl. Bir türlü alamadım kalemi elime. Yıllar süren sessizliği kırmayı başaran, Türküler ve Alaz’ın güzel gözlerindeki yumuşacık ısrar oldu.

1960’lı yıllara kısaca bir göz atarak başlayalım.

Düşünce ve emeğin örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldırma amacını güden, Mussolini’nin öncülüğündeki İtalyan faşizminin ürünü olan  TCK’nın141/142.  maddelerini bizim kuşak çok iyi anımsar[1]. İşçiler, köylüler, aydınlar, yazarlar, öğrenciler, öğretmenler, sendikacılar, öğretim üyeleri, şairler ve tüzel kişiler, bu maddelerin uygulanmasıyla, sadece örgütten yoksun bırakılmamakta aynı zamanda içinde yaşadıkları sömürü düzeni üzerinde düşünmelerini, onu sorgulayıp eleştirmelerini ve çıkış yolunu bulmalarını sağlayacak düşünceleri içeren araçlara, Marksizm ve bilim içerikli kitaplara ulaşımları da engellenmekteydi.

Bu tür kitaplar rotatiflerden 141/142 ile zincirlenmiş olarak doğmaktaydılar. Yayıncılar bu maddelerden kaynaklanan ağır hapis cezalarının tepelerinde Demokles’in kılıcı gibi salınacağını ve büyük olasılıkla da kendilerini vuracağını bilerek basarlardı onları. Bilimsel sosyalizmin öğretisini içeren kitapları yayınlamak, çoğu yayıncı için, ticari  bir kazancın ötesinde, sosyalizme olan inançtan doğan bir eylemdi ve getirisi ise kârdan ziyade ceza idi.  İşte tam da bu nedenledir ki, kitap eklerinde ya da gazetelerde satışı gıdıklayacak “benim Kapital’im, benim Manifesto’m en iyisidir!” ya da “Siz hâlâ anne/babanızın okuduğu Komünist Manifesto’yu mu okuyorsunuz?”  türünden, kapitalizmin ruhuna uygun reklamlarla karşılaşmak pek olası bir durum değildi.

Bu az sayıdaki yayınevi ve çevirmenin, 68 gençlik hareketi ve o yıllarda Türkiye’de yükselen bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizmi savunan tüm örgüt ve kişiler üzerindeki emeği büyüktür. Ödedikleri ağır bedeller karşılığında, karanlığın ve bilgisizliğin insanların ve özellikle genç kuşakların üzerine serdiği ölü toprağı silkelenmiş, Türkiye toplumuna bilimsel sosyalizmin aydınlığı taşınmıştır.

Sol Yayınları, 1990’lara dek varlığını sürdüren bu yasalara rağmen Marksist klasikleri yayınlama kararlılığını ve cesaretini gösteren çok az sayıdaki yayınevinden birisiydi. Kurucusu Muzaffer Erdost, diğer yayınevi sahipleri ve çevirmenler gibi, bu maddelere dayanılarak hakkında açılmış birçok davadan yargılanmaktaydı. Halit Çelenk ise bu insanların neredeyse hepsinin savunmanıydı.

TANIŞMA

İlhan’ı 1960 sonlarında tanıdım. Anımsadığım ilk şey, babamın hazırladığı savunmaların yazılmasına yardım etmesi.. . Mutfaktaki masayı tercih ederdi çalışmak için. Kırmızı demir iskemleye yerleşirdi. Esmer, yakışıklı, güldüğünde, kara bıyıkları arasından “denizde güneşli çakıl taşlarına benzeyen”  bembeyaz dişleri ortaya çıkan genç bir adam. Sağ elinin yanındaki küllükte yanar haldeki Samsun sigarası ve bir bardak çayı. Hiç yorulmadan daha doğrusu yorgunluk belirtisi göstermeden, yakınmadan, sessizce saatlerce çalışabiliyordu. Mavi masanın üzerindeki Olympia marka makinenin tuşlarına dokunur da dokunurdu piyano çalar gibi.  

Denizlerin avukatlarının hazırladıkları ortak savunmanın yazılmasına da yardım ediyordu İlhan.  O dönemin geri teknolojisinin koşullarında, sayfa sayfa mumlu kağıtlara düzgün bir biçimde yazılıp yine birer birer teksir makinesinde basılacak olan savunmanın yüzlerce sayfasının iki üç yazıcısından biriydi…

12 Mart dönemi ve izleyen yıllarda, 68 gençliği başta olmak üzere sosyalist sol ve demokratlarla doluydu tutukevleri. 1972 eylülü sonrasında Muzaffer ağabey de Ulucanlar olarak bilinen Ankara Merkez kapalı cezaevindeydi; İlhan Sol ve kendisinin sahibi olduğu Onur Yayınlarının yükünü omuzlamış, bunun yanı sıra evin sorumluluğunu da üstlenmişti. Kitapların, düzeltmeleri, basımları ve dağıtımları da dahil olmak üzere Sol ve Onur yayınevlerinin o yorucu zihinsel ve bedensel işleri, her konuda çok titiz olan Muzaffer ağabey’in cezaevindeki tüm gereksinmelerinin karşılanması, yengesi Rana abla, yeğenleri Barışta ve Suları’nın ihtiyaçları… Özetle her şey İlhan’a bakıyordu.

Zafer Çarşısındaki küçük dükkan..  Küçük bir oda büyüklüğündeki girişte iki buçuk duvarda kitaplar diziliydi tavana kadar.  Üstteki ufacık bölmede, paketleme ve düzeltmeler yapılırdı. Düzeltmenliği ilk kez İlhan’dan öğrendim. İş çıkışında uğrayıp yardım eder oldum ona. Marksist klasikleri okumak ve düzeltmek! Büyük keyifti. Türkiye’yi ışıklandıran bu kitapların, askeri darbe koşullarına rağmen, cezaevleri dahil Türkiye’nin her yerindeki devrimcilere bedelsiz gönderildiklerine bizzat tanıklık ettim İlhan’ın yanında.

12 Mart’ın o zor günleri, “kurşun gibi ağır” havasıydı soluduğumuz. Aralarında nişanlım Kaya’nın da bulunduğu birçok yoldaşım Mamak ve Yıldırım Bölgede yatmaktaydı. Muzaffer ağabey ise Ulucanlar’da.  İşin yorgunluğunun yanısıra işkenceler, tutuklamalar ve idamlarla gelen gerginlik, hepimizin içinde yaşadığı o büyük gözaltıyla taşınan sıkıntılar… Bunlar ancak paylaşılarak azaltılabilirdi. İkimizin de aradığı bir dost, bir yoldaş, bir kardeşti. Bunları bulmuştuk birbirimizde… Kitabevinde, yollarda, Kızılay’da Piknik’te saatlerce anlatır dururduk birbirimize… Adı “dedikodu”ydu. O an için yok olur giderdi sıkıntılarımız, yenileri gelip bizi bulana dek… Yürekten yüreğe giden bir köprüydü kurduğumuz…

Cezaevi alışverişlerini birlikte yapardık İlhan’la. İki yıl Mamak askeri cezaevine yolladığım tüm giysilerin ilk kullananı O oldu! Fırsat bulduğumuzda dışarıda kalan arkadaşlarımızla Ankara yakınındaki kırlık bölgelere giderdik. İlhan, Tebessüm’le birlikte, o güzel sesiyle türküler söylerdi. Türküler minibüste sürerdi. İlhan Kızılay’da ayrılır, Rana abla ve çocukların yanına dönerdi. Türkü dinlemeyi ve söylemeyi çok severdi. Perdeler kapatılarak karartılmış  bir bodrum dairesinde kaçak yaşayan saz ustası arkadaşımız Rıfat’ın sazını ve sesini dinlemeye gittiğimiz gün... 12 Mart darbesinin ağırlığının hafiflediği, biraz olsun nefes aldığımız ender zamanlardı.

BİR ANI ya da AFLA GELEN SEVİNÇ

14.10.1973 genel seçimlerinde CHP oyların 1/3’ünü  aldı. Ve 15.5.1974 günü, 1803 sayılı “Cumhuriyetin 50. yılı nedeniyle bazı suç ve cezaların affı hakkında kanun”u çıkardı. Ne var ki, koalisyon ortağı Milli Selamet partisinin son andaki ayak oyunuyla 141/142. maddeler kapsam dışı kalıverdi. CHP Anayasa Mahkemesine başvurmuştu başvurmasına ama doğrusu pek umutlu değildik.

İş çıkışında genellikle yaptığım gibi Zafer Çarşısı’na gittim. İlhan yerinde duramıyordu.  Onu yıllardır böylesine sevinçli görmemiştim. “Çıkıyorlar! Bitti!” dedi. Şaşırmıştım. Anayasa Mahkemesi’nin eşitlik ilkesine dayanarak Af Yasası’nı bozduğunu söyledi. Ve hemen babamı aradı. “Halit ağabey, Şekibe ablam ufak bir sofra kursun, rakıları da hazırlayın. Geliyoruz kutlamaya!” dediğini anımsıyorum. Bir taksiye atladık. Eve geldik. Ayak üstü kadehler doldu ve boşaldı. Sonrası… Sonrasını Muzaffer ağabey anlatıyor “Denizlerin Şekibe Ablası”nda:

“… İlhan’ın, Şekibe abla ile, gece cezaevine geldiği, bir gardiyanla içeri gönderdiği, şimdi odamın duvarında çerçeveli pusula:

‘MUZAFFER ERDOST/ 5. Madde iptal edildi. 2-3 güne kadar gözlerinden öpmek üzere ellerinden öperim. 2.7.74. İlhan Erdost’

Hemen altında Şekibe Abla’nın elyazısı:

‘Topyekûn gözümüz aydın. Ş. Çelenk’ “

Gün aydınlanmış, bulutlar dağılmıştı bir çoğumuz için. 12 Eylül’den önce geçirilecek birkaç yıl… Balayı niyetine Antalya yakınlarındaki ucuz ve ufak bir motele İlhan ve iki yakınımızla birlikte gittik. Sürekli taşıdığı ağır kitap kolileri bel omurlarında ciddi hasar meydana getirmişti. Ağrılarının hafiflemesini umarak durmadan güneşe veriyordu belini.

Evimizin devamlı misafiriydi. Gül’le evlendikten sonra da dostluğumuz, yoldaşlığımız hiç bitmedi. “Dedikodu”muz sürüyordu. Kaya ve Gül’ü bırakır, dertleşirdik. Türküler doğduğunda İlhan’ın sevinci görülmeye değerdi. Bakmaya doyamıyordu evlâdının yüzüne… Arkadaşımın gözlerindeki o doyasıya sevgi dolu bakışa Alaz’ın doğumunda da tanıklık ettim. Mutluydu. Yine Muzaffer ağabey ile birlikteydiler.  Sol ve Onur Yayınları 141/142’ye karşın Türkiye toplumunu bilimsel ve Marksist yayınlarla buluşturmayı sürdürmekteydi. İlhan da, her zaman olduğu gibi, kavganın isimsiz bir neferi olarak çalışmaktaydı. Ta ki Kasım 1980’e dek…

ÖLDÜRÜM

Metin “Her devrimci yaşarken, zaten biraz/Hayata nişanlı, ölüme sözlü” dese de yitirmenin öyküsünü anlatmak yine de çok zor…

Darbenin üzerinden henüz iki ay geçmeden, 3 Kasım 1980 günü gözaltına alınan Muzaffer  Erdost ve daha sonra ağabeyine katılan İlhan Erdost 7 Kasım 1980 günü Mamak’taki Sıkıyönetim Adli Müşavirliği Dış Nizamiyesi’ne getirildiler. Saçları kesildi, fotoğrafları çekildi ve sıra dayağına çekildiler. C Bloka götürülmek üzere bindirildikleri Reo marka cezaevi arabasında öldüresiye dövüldüler. Dayakçı erlerin başındaki astsubay Şükrü Bağ “On yaşındaki bebeleri zehirlediniz! İçerisi sizin zehirlediklerinizle dolu. Sizin yüzünüzden bizim rahatımız yok!” diye bağırıyordu. C blok F bölümüne getirildiklerinde içeri alınmadan önce yine dövüldüler. Avluda yine dayak yediler. Beyin kanaması geçiren İlhan’ı koğuştakiler yaşama döndürmeye çalıştılar ama nafile. İlhan ölmüştü.  

Halit Çelenk’in evine bir telefon geldi. Ses, Mamak’tan aradığını, Sıkıyönetim komutanlığı basın subayı olduğunu, müvekkili İlhan Erdost’un öldüğünü, gelip eşyalarını almasını söylüyordu. Çelenk “ Barış Savaşçıları”nda anlatıyor telefon sonrasında yaşananları:

“Nizamiyedeki görevliye durumu anlatıyorum …

-Ha evet anladım, diyor ve POSTA! Diye kapıya bağırıyor.  

Kapı açılıyor ve bir er esas duruşa geçiyor, buyur komutanım diyor. Nöbetçi subay:

-İçeride İlhan Erdost ölmüştü. Onun elbiselerini getir, diyor.  

Biraz sonra o pencerenin önüne bir pardesü seriliyor. Gri bir pardesü, tüm düğmeleri kopmuş, kanlar içinde.  

Nöbetçi subay bana:

-İşte paltosu. Bir tek de ayakkabısı var, öteki tekini bulamadık diyor ve bir ayakkabı tekini uzatıyor.

Düğmeleri kopuk, kanlar içindeki bu pardesü ve tek ayakkabı bize her şeyi, İlhan’a yapılan vahşeti anlatıyor…”

Sonrası… Sonrasını anlatmak bir o kadar zor.

Belki de en zorunu yine Halit Çelenk yaşadı. Annemi de alarak hep birlikte Gül’e, Rana ablaya o haberi vermeye gittik…

Erdost ailesi, Gül, Türküler ve Alaz , tüm sevenleri, hepimiz İlhan’ı kaybetmiştik.

Türkiye devrimci hareketi ise çok değerli bir neferini… Yitirdiğimiz nice arkadaşımız, dostumuz, yoldaşımız gibi.

Yazdıkça küller dağılıyor, yürek yakan anılar bir bir açığa çıkıyor… Muzaffer ağabey yardıma geliyor, yapamadığımı yapıyor ve yazıyı bitiriyor: 

“…Bizim inandığımız ve bağlandığımız yüce değerleri, insan olmanın ve insan olarak yaşamanın değerini savunuyor İlhan ölü bedeninde ve onun gibi öldürülen nice insanın bedeninde. Cenazelerini bir kez daha kaldırmayacağımız güne değin onlar, içten içe uğuldayan bir ırmak gibi akacaklar yaşamımızın ortasından”.

 

(Bu yazı OdaTV’de 2 Kasım 2012’de yayınlanmıştır)

 

[1] 141/142. maddeler “faşist devletin korunması için özel yasa” adı altında 1926 yılında İtalyan Ceza Yasası’na girdiler.  1936 yılında ise Türk Ceza Yasası’na (TCK) aynen aktarıldılar. Burjuvazinin sınıf egemenliğini güvence altına alan bu yasalar nedeniyle, 1991 yılına dek, elli beş yıl, ülkede emekçi sınıf örgütleri ve onların temsilcilerinin yanı sıra bir çok yazar, sanatçı, yayıncı, şair, öğretim üyesi, öğretmen, öğrenci, bilim adamı ağır hapis ve sürgün cezalarına mahkum edildiler. Askeri cunta dönemlerinde bu maddeler daha da yoğun olarak uygulamaya sokuldu. 1991’de Turgut Özal, düşünce özgürlüğünü gerçekleştirme maskesi altında TCK’nun 140, 141 ve 142. maddeleriyle birlikte Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu ve 163. maddeyi yani şeriat devleti kurma girişimlerini cezalandıran maddeyi kaldırdı. Ama hemen ardından, 12.4.1991’de yine Özal’ın girişimiyle, 141/142 yerine Terörle Mücadele Yasası’nın yine düşünce açıklamayı cezalandıran 8. maddesi getirildi.