Yayın tarihi: 24 Mart 2020 - 17:47

İlhan’ın ağabeyi, Barışta’nın babası, Gülhanım’dan doğma (1931), Yusuf oğlu, İbrahim Hocanın torunu, Türküler’in, Alaz’ın amcası, Suları’nın babası, Çavlan’ın dedesi, Rana’ın eşi, Gül’ün ağabeyi (kayınbiraderi), Naşide’nin eniştesidir Muzaffer İlhan Erdost. Ardos’un yaylalarından Rus işgalinden kaçıp, Artova’nın çorak ovasına sığınan bir ailenin üçüncü kuşağıdır. Artova’nın Çiftlik köyünün tezek kokan, İbrahim Hoca’nın iki katlı kerpiç damında doğmuştur.

Erdost doğduğunda, Cumhuriyetin ilk on yılını doldurmasına daha iki yıl vardır.

Savaşın ata topraklarından sürüp getirdiği bozkırın bu topraklarını yurt edinme savaşımı kolay değildir. Seferberlik’in, Kurtuluş Savaşının alazı, Tokat’ın bu bozkırlarını da tutuşturmuştur. Canlı canlı ateşe atılan insanların çığlıkları kulaklarda çınlamaktadır. Kongracılarla şereatçıların köy meydanlarında kurdukları darağaçları, Gülhanım’ın belleğinde silinmez izler bırakmıştır.

Bozkırın kuru otlarını ürperten seher yelinin serinliğini içine doldurarak kasabanın minaresinden Tanrı ile insanı buluşturmak için çocuk avazıyla ezan okurdu Erdost. Ve İbrahim Hoca, yerini dolduracak olan torununun ezan sesiyle, kırlaşmış sakalını sıvazlayarak sabah namazı için abdest alırdı.

Muzaffer, İbrahim Hocanın “gözde” torunudur, “al kurik”tir. Muzaffer, boş zamanında ve tatillerde, dedesinin yoksul bakkal dükkanında çalışır. Bir şiirinde, “dedem hoca, ben al kurik (at yavrusu), buğday eker biçerdik biz” dizesiyle anlatır bu ilişkiyi. Dedenin ölümüne kadar sürdürülür bu yakın ilişki.

İlhan’ın beş, Fadime’nin iki yaşında teneşirdeki çocuk bedenleri, Erdost’un ölüme ilk tanıklığıdır, şiirlerinde yaşattığı kardeş acılarının ilk habercisidir. Oy “ya lili la…”! Daha sonra doğan Fadime de gençliğini tamamlamadan ölünce, yüreğinde sakladığı yara yeniden kanayacaktır. İkinci İlhan’ın öldürümü ise, gökkubbenin derinliklerinde yankılanan çığlıklara dönüşecektir. Yetmedi, hayat yolculuğunun seksenini devirdiği bir deminde, oğul da uçuverdi sonsuzluğa ellerinden. Gök yarıldı, tufan oldu! Dayan yüreğim, Rana’nın “kuzuuuuum!...” iniltisine, kaldıysa mecalin, dayan!

Tarih coğrafyanın zaman boyutudur

Erdost’un Tokat, Erzurum, Sivas, Çorum ortaokul ve lise yılları, zihinsel ve bedensel evriminin ilk dönemidir. Kadim köy topluluklarının tekdüze yaşamından kentli olma bilincinin yeni yeni ayrıştığı Anadolu kasabalarında kendiliğinden var olan toplumsal bilincin, kendisi için bir toplumsal bilince dönüştüğü yıllardır. Bireyin yurttaş olma bilincine adım attığı çelişkili bir dönemdir. Erdost’un bu çelişkiyi kendi kişiliğinde yoğun bir biçimde yaşamış olması kaçınılmazdı.

Erdost’un kasabaya taşıdığı iç dünyasıyla yeni dünya arasındaki çelişkilerin bilinç yönlenmesinde etkili olduğunu gözlemlemek doğaldır. Yaşamı boyunca Erdost, “köylü yanını” koruduğunu sıklıkla ironik bir yaklaşımla dile getirirdi.

Beşiğinden birşeyler taşır insan

Erdost’un lise yılları, Dünyanın ve Türkiye’nin dönüşüm yıllarına denk düşer. Çocukluk döneminden ergenlik dönemine sıçrayışın toplumsal koşulları, yaşam çizgisinin doğrultusunda belirleyici olacaktır. Bu gerçek, yalnızca Erdostların değil, çocukluk dönemini bile henüz yaşayamamış olan Türkiye Cumhuriyetinin geleceği için de geçerlidir.

Dünya, İkinci Paylaşım Savaşının tükenmişliğini yaşamaktadır. Savaşa girmemiş olmasına karşın, ülkede, yoksulluğun, açlığın, kıtlığın yaşandığı, ekmeğin, gazın, şekerin karneye bağlandığı, zor yıllardır o yıllar.

Türkiye, İkinci Dünya Savaşının yangınından kendini korumuştu ama, savaşın rüzgarları ülke üzerinden uzaklaştırılamamıştı.  Rüzgarın esiş yönüne göre söylem değiştiren zamanın politikacıları, 1943’e kadar Alman Nazilerine yakın durmuşlardı. 1945’te yenilmiş olan Almanya’ya savaş ilan ettiğinde, çocuklar hala, sokaklarda “Almanya kardeş, İngilizler kalleş!” oyunu oynuyorlardı.

Kurtuluş Savaşı bir “vatan”ın sınırlarını belirlemişti. Bu vatan içerisine bir “ulus”  yerleştirmek gerekiyordu. Vatanın adı, “Türkiye”, ulusun adı “Türk ulusu” oldu. O zamana dek, aşağılanan Anadolu’nun göçebe ve köylü topluluklarının adı,  ulusal bir kimliğin adına evirildi. “Türk” kimliği, Anadolu halkı için güven, gurur ve övünç kaynağı olmuştu. Ama bu aynı zamanda, dönemin geçer akçesi “ırkçı”, “şoven” söylemlere de ortam hazırlamış oluyordu. Erdost, bu çelişkili ortamın içinde, çocukluk evresinden çıkıp ergenlik evresine geçiş yapmıştı.

Erdost, toplum içerisinde filizlenen ırkçı yaklaşımların, özünde var olan dinsel dogmalarla bütünleşen, faşist ideolojinin, emperyalizmin islamo-faşist ideolojiye dönüştürme sürecini, faşizmin sınıfsal tahlilleri temelinde, Maraş, Çorum, Sivas’ta gerçekleştirilen kanlı kalkışmaları canlı tanık ve belgelere dayanan değişik çalışmalarıyla, toplumsal tarihimize değerli katkılar yapmaktadır.

DP’nin kuruluşu, “tek partili otoriter sistemden çok partili demokrasiye geçiş” olarak nitelendirilmiş olsa da, çeyrek yüzyılını henüz dolduramamış olan Türkiye Cumhuriyetinin kırılma noktası, cumhuriyetçilerle, karşıtlarının ayrışma noktası olduğunun da altını çizmek gerekir. Türkiye Cumhuriyetinin, anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, ulusalcı, laik kimliği ile Türk-islam sentezinde ifadesini bulan ırkçı-ümmetçi, amerikancı kimlik arayışında olanların ayrışmasıdır bu. Şereatçılarla, Kongracıların savaşımının sürdürülmesidir. Bir başka anlatımla, Gülhanım’ın tanık olduklarına, Muzaffer Erdost da tanık oluyordu.

Truman Doktrini (1947), Sovyetler Birliği'nin doğrudan doğruya baskısı ve tehdidi altında olduğu vurgulanmış olan ve buna bağlı olarak da, yalnızca Yunanistan ve Türkiye'ye askeri yardım öngörmüştü. Aynı zamanda bu, Türkiye Cumhuriyetinin komünizmin, “dolaylı” yada “doğrudan” saldırısı tehdidi altında olduğunun kabulü anlamına geliyordu. TSK bu algılamaya göre yeniden düzenlenecekti. Onunla birlikte, “anti-komünizm” iktidarların iç ve dış politikalarının belirleyici ögesi haline gelmişti.

Türk ordusu, Marshall Planı ile ABD güdümünde, NATO konsepti kapsamında, dramatik değişimler yaşıyordu. O zamana dek “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi altında, kendi kendine yeterli, mütevazı, Kırıkkale Mauser “beşli”leriyle yetinen bir ordu vardı. Önce askerin postalı değişti, altı kabaralı Beykoz kundurası, yerini heybetli Roosvelt postallarına terketti. Tek atar beşlilerin yerini otomatik M-1 silahları aldı. ABD’nin “hibe” şeklindeki “karşılıksız” yardımları, “karşılığını” Kore’ye tugay tugay asker göndermekle buldu. “BM Gücü” adı altında, “38. Arz Dairesi”de, ön cepheye konuşlandırılarak, en çok zayiat veren Türk tugayı olmuştu ama, kahramanlık destanları(!), Menderes iktidarını ayakta tutmaya yetiyordu.

1948’de Sabahattin Ali, başı taşla ezilerek, öldürüldü. Nazım hapishanelerde yıllarını dolduruyordu. Şiirleri zulalanmıştı. Erdost, Nazımla zuladan tanıştı. Daha sonra, o da lise kitaplarının arasına zulaladı Nazımın şiirlerini. Adı “komünist”e çıktı! Oysa, komünizmin diyarına ulaşabilmesi için daha on beş yıl yolalması gerekiyordu.

NATO’nun dolaylı saldırı kavramı, orduların işlevini de temelden değiştirmişti. TSK’nın “Türkiye Cumhuriyetini koruma ve kollama” görevi, dış güvenliğe değil, tümüyle iç güvenliğe ilişkin “siyasal tehlikelere” yönlendirilmişti. Daha açık anlatımla, NATO, asker TSK’ne değil, jandarma TSK’ne gereksinim duyuyordu. Çünkü Brüksel üzerinden, Pentegon’a uzanan bir “gizli ordu” yapılanması gerçekleştirilmişti.

NATO’nun namluları kendi halkına yöneltilmişti. Erdost, pek çok solcu-ilerici aydın gibi, NATO’nun bu “gizli ordusu”nun hedefi olacaktı.

25 Temmuz 1950'de, Adnan Menderes başbakanlığındaki Demokrat Parti hükümeti, birinci ayını doldurmadan, Erdost’un Türkçe okuduğu ezanın Arapça okunmasına dönüş kararını (17 Haziran), üçüncü ayını daha doldurmadan, Kore’ye asker gönderme kararı izledi. Karar TBMM’ne getirilmeden alınmıştı.

Hiç sorgulanmamış olmasına karşın, yalnızca Kore’ye asker gönderilmesi bile, Menderes döneminin siyasal niteliğini tanımlamak için yeterliydi. Büyük kahramanlık öyküleriyle “Türklüğün destanı” olarak sunulan bu olay, DP iktidarının yürüttüğü teslimiyetçi politikalarının utanç verici bir örneği olarak tarihteki yerini aldı.

Öte yandan, başlangıçta ona destek veren aydın çevrelerin Demokrat Parti “demokrasisinin” hangi denizlere yelken açtığını anlamaları için, ilk işaret olmuştu.

Ancak bir “felaket” diye nitelendirilebilecek bu serüven, Türkiye’de akıl almaz hikayelerle süslenip kahramanlık menkıbelerine dönüştürülüyor, iktidar tarafından, anti-komünist duyguları kabartan, milliyetçiliği ateşleyen malzemeler olarak kullanılıyordu.

1951’de Ceza Kanunu değiştirildi. 141-142. maddelerle, komünist liderler için idam; komünizm propagandası için ağır cezalar öngörüldü. Anti-komünizm, Türkiye’nin iç ve dış politikasının merkezine oturtulmuştu.

Aynı yıl ünlü “komünist tevkifat” gerçekleştirildi, 187 kişi tutuklandı. Erdost yıllar boyunca bu maddelerle boğuşacak, yayınları yasaklanacak, kovuşturulacak, tutuklanacak, hapis yatacaktı.

Türkiye, 1952 yılında NATO üyeliğine kabul edildi. 1950’de Kore’ye asker göndermesinin ödülüydü bu. NATO Türkiye’nin dış savunmasını üstleniyor, Türk Silahlı Kuvvetleri ise “komünizme karşı” iç güvenliğe yönlendirilerek jandarma görevini üstlenmiş oluyordu. TSK, bu görevini AKP iktidarına kadar, hakkıyla yerine getirecekti. TSK’nın asli görevini, “Türkiye Cumhuriyetini koruyup kollamak” görevini hatırlaması, başına çuval geçirilmesiyle karşılığını buldu.

Erdost, bu “yeni dünya düzeni”ndeki Türkiye’yi değişik çalışmalarında, enine boyuna açımlayacaktı.

10 Mayıs 1954’te, Menderes’in oyların %57.5’ini alarak seçimi kazanmasının hemen ardından, 20 maddelik bir anlaşmayla, Türk topraklarında ABD’nin üs kurması, asker bulundurması kabul edilmişti. 1966’da üslerin sayısı 112’ye çıkarak, 35 km karelik bir alanı kapsayacak boyutlara ulaştı. Bu üslere TC bakanları bile izinsiz giremiyorlardı. 1976’da ve 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 12 üssün NATO adına ABD’nin kullanılması kabul edildi.

DP iktidarı, baskıcı politikalarını, muhalefetin, üniversitelerin, aydınların üzerinde yoğunlaştırdı. 1957 seçimlerinde, DP’nin oy oranı yüzde, 47.8’e düştü. Menderes hükümeti, yaygınlaşan toplumsal muhalefeti bastırmak için parlamentodaki çoğunluğunu, polis ve askeri harekete geçirdi. Toplumsal muhalefet sokağa, meydanlara, üniversite kampüslerine taştı. Öğrenciler, gazeteciler, siyasal liderler, aydınlar sıkıyönetim yetkililerince hapishanelere kapatılıyorlardı. Erdost’un cezaeviyle tanışması o dönemde başladı. Siyasal bunalım 27 Mayıs 1960 gününe ulaştı. Erdost o gün askeri cezaevinden tahliye ediliyordu.

TSK, 27 Mayıs sabahı yönetime elkoyduğunu açıklarken, “NATO ve CENTO’ya bağlılık” güvencesi vermeyi de unutmamıştı.

Türkiye, 27 Mayıs sabahı, asker-sivil aydın coşkusuna tanık olmuştu.

Ancak, o coşkunun, özellikle genç kesimlerde ateşlediği dinamizm, yeni açılımları, yeni arayışları zorunlu kılıyordu. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlük ortamı içinde, bu açılım ve arayışların, toplumun sınıf ve katmanlarında yarattığı dinamizm, toplumun genelinde, siyasal bilinci üst düzeylere taşıdı.

Toplumda, sınıflar arasındaki çizgiler belirginleşti, çelişkiler yeğinleşti.

Emekçilerin mesleki ve siyasi örgütlenmelerinin önü açıldı. İşçiler, ilk kez grev hakkına kavuştu.

Bu, madalyonun bir yüzüydü. Madalyonun öteki yüzü ise çok daha farklıydı. Bir karşı-devrime gidecek yolun taşları sinsice döşeniyordu.

12 Mart darbesi, kemalist devrimi yadsıyan, bir karşı-devrim hareketiydi. Bu bağlamda, kemalist devrimlerin Türkiye’nin gelişmesinin önünde engel oluşturduğu görüşleri, DP iktidarıyla birlikte zihinlere işlenmeye başlamıştı.

Dolaylı Saldırı” stratejisi kapsamında 12 Martı tezgahlayan dış güçlerin tertiplerinin, ortaya çıkarılmamış, çıkarılamamış olması, darbenin boyutlarını kavramamızı engelliyor. Ama o güne uzanan yolun izini sürenler, bugünün ayak izlerini oralarda görmüşlerdi. Erdost’un 12 Eylülün Büyük Babaları adlı çalışması, bu uzun yolculuğun kanlı serüvenini çarpıcı bir biçimde anlatıyor. 

12 Mart darbesi de, 12 Eylül darbesi de, “namlunun egemen güçler üzerinde diktatörlüğü değil, egemen güçlerin namlunun gölgesindeki diktatörlüğüydü”.

Cumhuriyetin ilk günlerinden beri, hiçbir varlık gösteremeyen sanayi burjuvazisinin işlevini, küçük burjuvazi üstlenmişti. Küçük burjuvazi, bu tarihsel misyonu üstlenirken, kendisine düşen işlevini de bir başka sınıfa, işçi sınıfına devretmiş olacaktı. “Peki, işçi sınıfının görevini kim yapıyordu? Hiç kimse.”  (Marx, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, Birinci Cilt, s. 329)

Bir başka anlatımla, ne küçük burjuvazi “kendisi için bir sınıf”tı, ne de işçi sınıfı. “İmtiyazsız, sınıfsız” bir toplum yaratma ütopyasıyla küçük burjuvazi, burjuvaziyle işçi sınıfı arasında gidip geliyordu.

Sınıf mevzilenmelerinin belirginleşmediği bir toplumda, burjuva demokrasisinin, tüm yönleriyle gerçekleşmesi mümkün olamıyordu.

Egemen sınıflara asker, “asker olarak değil, jandarma olarak” tam da bu  dönemde gerekliydi.

Kaldı ki bu dönem, CIA’nın dünya ölçeğinde, en etkili olduğu bir dönemdi.

Ordu, 12 Marta, Türkiye Cumhuriyeti’ni “korumak ve kollamak” gibi “yüce” bir göreve çağrılmıştı. Çünkü, Türkiye “beynelmilel komünizmin” tehdidi altındaydı, “son Türk Devleti” tarih sahnesinden silinmek üzereydi!

Cuntanın Başbakanlığa getirdiği devletler hukuku profesörü Nihat Erim’e göre, “İsveç’ten Basra Körfezine kadar uzanan son derece kapsamlı bir saldırı” sözkonusuydu.

Erim’in ardından Başbakan olan Ferit Melen ise, bunun “Türkiye Cumhuriyet’ini yok edecek, yurttaşlarını Sibirya’ya sürecek, oradan getirdiklerini Türkiye’ye yerleştirecek” bir “saldırı” olduğunu söylüyordu (Milliyet, 30 Haziran 1972).

İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün, Nakşi tarikatının bu inançlı müridi, “sola karşı savaş” ilan etmişti. Direnen ve direnecek olan odaklar bir bir temizlenirken, egemen güçler arasındaki işbirliği giderek pekişiyordu. Özellikle basınla yürütülen ihbar kampanyası, sıkıyönetim bildirileriyle destekleniyordu. “Değerli” ihbarlar, para ile ödüllendiriliyordu. Sanayi ve Ticaret Odaları, “sayın muhbir vatandaşa” sunulmak üzere, sıkıyönetim emrine, büyük miktarlarda paralar tahsis ettiklerini açıklıyordu.

“Üçe üç” demişlerdi, ellerini ovuşturarak. Oysa, Menderesler asılırken onlar çocuktular!

Ama, 27 Mayıstan 12 Mart’a uzanan tarih kesitinde, örtülü müdahalelere ilişkin yeterli bilgi yok.  O döneme ilişkin Pentagon ve CIA dokümanlarının gizlilik sınırlandırmaları kaldırılmış olmasına karşın, Türkiye ve Yunanistan’la ile ilgili olanlar, CIA mahzenlerinde hala kapalı tutuluyor.

Genel kural olarak CIA, bulunduğu ülkelerde, “yıkıcı” solcuların bir listesini hazırlayarak o ülkenin yönetimine, özellikle de “ölüm mangaları”nın eline veriyordu.

Dönemin CIA Başkanı William Colby, Endonezya’da Komünist Partisi ve öteki solcu grupların üyelerinin on binlere ulaşan listelerini hazırlayıp güvenlik güçlerine verdiklerini kabul edecekti.

12 Mart darbesi, kemalist devrimi yadsıyan, bir karşı-devrim hareketiydi. Bilinçli ve zalimce bir aydın kırımı planı yapılmıştı.

O günleri yaşayanlar anımsayacaktır. İsrail’in İstanbul Baş Konsolosu, Efraim Elrom’un kaçırılmasının hemen ardından, Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş’ın radyoda verdiği işaretle, binlerce yurtsever, bir gecede toparlanıp sıkıyönetim kışlalarına doldurulmuştu. Yurt ölçeğinde sürdürülen bu sürek avı, aydınlara, profesörlere, özellikle de öğretmenlere, “köylü sınıfının bu yetenekli kişilerine, sözcülerine, okumuşlar sınıfının bu proleterlerine” karşı düzenlenmişti. Öğretmen, “bir av hayvanı gibi, bir bucaktan öteki bucağa kovalayan valilerin keyfine” terk edilmişti. (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, s. 336)

Erdost’un bu sürek avı, kırk beş yıllık hapis cezasını tamamlamak üzere, yolumuzun bir kez daha kesiştiği, Ulucanlar Cezaevinde sonlandırılacaktı.

Belliydi ki, bu listeler önceden hazırlanmıştı. Erdost bu aydın avıyla, önce o ünlü Sansaryan Han’a, oradan Selimiye Kışlasına, oradan Davutpaşa Kışlasında 28 günlük gözetim süresinin ardından 28 gün de Ankara Yıldırım Bölge Komutanlığında tutulduktan sonra, Mamak Askeri Cezaevine aktarıldı. Bu yolculuk, kırk beş yıllık hapis cezasını tamamlamak üzere, Ulucanlar Cezaevinin dokuzuncu koğuşunda noktalandı.   

Bireysel öldürümlerden, kitlesel katliamlara dönüşecek olan kanlı bir dönemin, ikinci faşist darbeye uzanan bir dönemin, yol haritası da böyle çiziliyordu. Bu yol haritasının ilk kilometre taşı, 12 Mart darbesiydi.  Malatya, Sivas, Kahramanmaraş, Çorum gibi, CHP ve sola oy veren alevilerin yaşadığı bölgelerdeki katliamlar, tüyler ürpertici boyutlara ulaşacaktı. 12 Eylülün İki Yüzü kitabında Erdost bu kırımları ve arkasındaki güçleri anlatıyor.

12 Eylül sabahı sonlandırılan bu kanlı düğünün bedeli, beş bin beş yüz genç insanın bedeniydi ve darbe bu körpe bedenler üzerine oturtulmuştu.

Şiirin hasını, ozanın ustasını ayırdeder Erdost

Erdost yazın dünyasına, lise yıllarında, şiirle başını uzatır. Okulun duvar gazetelerinden, edebiyat dergilerine ulaştığında, şiirin yanına düzyazı da katılmıştır.

Üniversite yıllarında, edebiyat çevrelerinin bilinen bir adıdır. Sartre’ı okumuş, Eksiztansiyalizmi kavramaya, “varlık özden önce gelir” önermesini çözümlemeye çalışıyor. Kapital’in adını üniversite günlerinde, Cemal Süreya’dan duymuştur. “Komünizm” o yıllarda, arkadaşlar arasında tenhalarda konuşulan “gizemli” bir kavramdır!

Düzgün fiziği, keskin zekasıyla üniversiteli arkadaşlarını kıskandıran Erdost, “köylü yüzünü” hiç yitirmez. “Köylü yüzü, şiir okuyan, roman, deneme, felsefe okuyan yüzüyle kaynaşır”. Ama “gene de bir gün, ince yüzlü bir kızın ‘köylü işte!’ sözünü duyunca kederlenir!

Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan, Turgut Uyar, Edip Cansever, Sezai Karakoç gibi genç ozanların şiirin sınırlarını zorladığı bir dönemde, Erdost, raslansal da olsa, İkinci Yeni şiir akımının isim babası olmuştur. Ama Erdost kendini bu anlayışın içerisinde hapsetmiş değildir. Şiirin iyisini, şairin ustasını ayırdetmesini bilmiştir. “Mavzerine şiir dolduran” Ahmet Arif’in şiirini değerlendirdiği yazı en seçkin örneklerden biridir. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Cahit Külebi için yaptığı değerlendirmeler de, bu alanda çalışanlar için zengin başvuru kaynaklarıdır.

Öte yandan, Erdost’un marksist dönemine denk düşen şiirleri, nitel bir değişimle farklı boyutlar kazanmıştır. Anadolu’nun ağıt, deyiş ve ilahi türündeki şiir geleneğini, çağdaş bir söylem biçemiyle, dört boyutlu bir uzam içerisinde sürdürmüştür. Acı ve öfkesini bilincinin potasında kararak oluşturduğu dizelerle ördüğü şiir yapısı, yalın olduğu kadar, derin bir bilgelik içerir. Denizlerin asılmalarının ardından yazdığı “Yunus Gibi”, İlhan’ın ardından yazdığı şiirler, bu özelliklerinin çarpıcı örnekleridir. Barışta’nın, zengin birikimini kadife sesinin arkasına gizlediği gibi, taze bir dal kadar ince bedenini kemiren o illeti de gizlemesi karşısında umarsız kalan bir babanın yazacakları, kuşkum yok ki, onu şiirin doruklarına taşıyacaktı. Ama İlhan’ın anıtlaşan acısını gölgeler kaygısıyla, Barışta’yı yüreğinin kuytularında gizleyecekti.

Yazdıkça düşünen, düşündükçe yazan adam

Erdost, durmadan, soluklanmadan yazan biri. Otuzdan fazla kitabın yazarı Erdost. Henüz kitap haline dönüşmemiş çeşitli yayın organlarında yayımlanan yazı ve söyleşileri de hesaba katarsak, bu sayı kırklar düzeyine ulaşabilir. Ömrünün bunları tamamlamaya yetmeyeceği kaygısını taşıyordu. Ölüm yolculuğuna başlamadan bir yada iki saat önce, bu kaygısını dile getirmişti! Her kitabının arkasında zengin bir deneyim, titiz ve sabırlı bir araştırma süreci ve yoğun bir emek birikimi vardır.

Taze beyinler, medyada tanığı olduğumuz, günümüzün modası, o kayıkçı kavgası düzeyindeki sığ tartışmalardan kurtulup, düşün dünyasının derinliklerine yöneldikçe, onun o zengin düşün dünyasıyla karşılaştıklarında, pek çok doktora çalışmasının esin kaynağı olacağından hiç kuşku yok. 

Erdost SOL Yayınlarıyla kendini yeniden yarattı

Son Havadis, Pazar Postası ve Ulus’taki “gazetecilik” dönemini dışlarsak, Erdost’un yayıncılık serüveni, Açık Oturum Yayınlarıyla başlar (1958-60). Fransızların Cezayir’deki işkencelerini anlatan La Question (Sorgu), ilgi yaratmakla kalmadı, askerlik nedeniyle ayrıldığı Ulus Gazetesine dönüşünü de engelledi. Ulus yöneticilerinin gözünde, Erdost, artık bir “kemalist” değil, itilip kakılacak olan bir “solcu”dur! Oysa, o bu yeni kimliğiyle, kendini yeniden yaratıyordu.

Bozkırın ufuk çizgisiyle sınırlı evreni, sınırsız evrenle bütünleştirme süreci arasında uzun bir yol vardır. O süreci, o anı şöyle değerlendirmektedir Erdost: “Doğduğum kasaba büyüklüğünde algıladığım dünyadan, evrenin sonsuzluğuna, sonsuzluğunu bugün de tasarlayamadığım büyüklüğüne ulaşmanın, yani evren önünde küçülüşün, bilincine varıldığı ölçüde büyüyüşüyle kendini dengelediği o sezilir ucu yakaladığım andır o an”.

Şemdinli’de bir dönemini geçirdiği “Seyyar Jandarma Taburu Veterineri” görevi sırasında bölgenin aşiret yapısını irdeleyen “Şemdinli Röportajı” YÖN Dergisinde yayınlandığında (1966), solun dışında kalan Türk aydını bu tür konulara oldukça yabancı sayılırdı. Daha sonra, kitap halindeki her basımında, yeni ekleme ve değerlendirmelerle zenginleşen, özgün bir sosyolojik yapıt olarak ayrıcalıklı yerini koruyor.

Aklın açtığı kapıdan, bilim ülkesine ulaşmak

Türk aydını kemalizmin açtığı yoldan geçerek, sosyalizme ulaşmıştır. Bu tarihsel süreci yadsıyarak, dışarıdan ödünç alınan, liberalizm-anarşizm karışığı, iğreti kavramlarla düzenin pisliklerini örtüleme işlevi üslenenleri, bu sürecin dışında tutmak gerekiyor. Erdost da, kuşağının pek çok sosyalisti gibi, kemalizmin açtığı yoldan ilerleyerek sosyalizme ulaşıyor. Yürüdüğü bu yolda, birer kilometre taşı gibi sıraladığı yapıtlar, Türkiye tarihinin geçirdiği süreçlerin de işaret taşlarıdır.

SOL yayınlarının kuruluşu (Kasım 1965), Erdost’un yalnızca düşünce dünyasında değil, yaşam tarzında da büyük değişimlerin başlangıcı olmuştu.

Marx’ın deyimiyle, “bilime giden düz yol yoktur, ve ancak onun dik patikalarında yorucu tırmanmaları göze alanlar aydınlık doruklarına ulaşabilirler”. Erdost, o doruklara ulaşmak için düştüğü patikalarda, canavarlar yolunu kesti, uçurumlardan yuvarlandı, kolu kanadı kırıldı, ama patikada ilerlerken, bilinci bilime, bilimi bilince dönüştürerek, doruğun aydınlığına kavuştu. O dorukta aydınlanmanın nesnesi olmakla kalmadı, öznesi de oldu. Aydınlanırken, aydınlatır oldu.

O yıllar, iki dünya düzeni arasında, kapitalizmle sosyalizm arasında sürdürülen çatışmanın doruklarda dolaştığı yıllardı.  Bu çatışma yalnızca askeri ve siyasal alanda değil, daha da önemlisi, ideolojik anlamda da, çok kapsamlıydı.

Fas, Tunus özgürlüğün tadına daha yeni varmışlardı. Cezayir özgürlüğün kapılarını zorluyordu. Nasır, Arap Dünyasında, ulusalcılığın ve bağımsızlığın bayrağını dalgalandırıyordu.

ABD’de karaderili başkaldırmıştı, Avrupa’da işçiler ve öğrenciler, iktidarları sallıyordu.  

SOL Yayınlarının hayata geçirildiği dönem, toplumdaki siyasal bilincin uçlarda dolaştığı bir döneme denk düşer. Genelinde Dünyada, özelinde Türkiye’de devrimci dalgalar toplumları alt-üst etmektedir. Çin Devrimi onbeş yaşındadır, Küba Devrimi beş yaşında. Vietnam peş peşe diz çöktürmektedir emperyalizme. Lumumba’nın Afrika’da filizlenen iktidarı, yalnızca 81 gün sürmüş, ama tutuşturduğu özgürlük ateşi, Afrika’nın en karanlık ormanlarında bile, umutları canlandırmıştı. Karaderili beyaz adama artık şöyle haykırabiliyordu: Nous ne sommes plus vos macaques! (Artık maymununuz değiliz!)

“Vietnam hepimizin Vietnamı”, Ho Şi Minh hepimizin önderiydi. Mao, Çin efsanesinin tanrısıydı. Fidel, devlerle savaşan bir kahraman, Guevera, dağlarda ateş yakan bir Prometeus’tu. Lumumba’nın yürek burkan katli, öfkeleri doruklara çıkarırken, gözler kara Afrika’nın lanetli büyüsünü bozan Franz Fanon’un tuttuğu mum ışığını izliyordu.

O kuşağın Amerikadaki gençlik liderlerinden Stokely Carmichael, “beyaz adam, kara ve kırmızı adamı, sarı adamı öldürmek için gönderiyor” diyerek, Vietnam’a gitmeyi reddediyordu.    

SOL Yayınlarının yaşama adımını attığı o günler, Türk aydını marksist dünya görüşüyle yeni tanıştığı bir döneme denk geliyordu. Daha da önemlisi, lise müfredat programlarının en izbe yerlerinde sıkışıp kalmış olan felsefe ve sosyoloji, öteki toplumsal bilimlerle birlikte, ayaklarını toprağa basacağı, özgürce, gelişip serpileceği yeni bir coğrafya arayışı içerisindeydi. SOL Yayınları bu coğrafyayı yaratmış oluyordu.

SOL Yayınları, dört kitapla selamlamıştı bu yeni coğrafyayı: Oscar Lange’ın Sosyalizmin Yeni Meseleleri, Maurice Cornforth’un Sosyalistler İçin Felsefe, Karl Marx’ın Ücret, Fiyat ve Kar, Lenin’in Emperyalizm. Ardından marksist klasikler birbirini izledi.

Kapital Türk okuruyla yüz yıl sonra, 1966 yılında, tanıştı. Engels’in Anti Dühring’i aynı yıl yayınlandı.

Darwin’in İnsanın Türeyişi 97 yıl sonra, 1968’de, Türlerin Kökeni 111 yıl sonra, 1970’te yayımlanıyordu.

“Devlet”, “devrim” kavramları sorgulanıyordu. İdeolojik olarak Marx’a yönelme yanında, Lenin’in Ne Yapmalı, Devlet ve İhtilal, Komünizmin Çocukluk Hastalığı, radikal Amerikan gençliği de dahil, 68 Kuşağı arasında en çok okunan kitaplardı. Türkiye’de de bu kitapların baskıları sık sık yenileniyordu.

Yarım yüzyıllık bir süreçte SOL Yayınları, ONUR Yayınlarını da yanına alarak, geniş bir yelpaze içerisinde, zengin bir marksist literatür oluşturmuştur. Bu ürünler, sabırlı ve inatçı bir iradenin sonuçlarıdır. Ama bu görkemli başarı, çok ağır maddi ve manevi bedeller ödenerek gerçekleşti.

Türkiye’nin yakıcı sorunları birer birer gündeme getiriliyor, tartışılıyordu. Erdost, daha o günlerde “dinin siyasallaşması, eğitimin dinselleşmesi” konularında, bugün daha iyi anlaşılabilen yazılara imza atıyordu. 

Egemen güçlerin, baskı, yıldırma ve tertiplerinin sonuçları ne denli yıkıcı olsa da, marksizmi Ulus’taki Demir İşhanının iki küçük odasına, yada Ulucanlar Cezaevinin Dokuzuncu Koğuşuna hapsetme gayretleri sonuçsuz kaldı.

SOL Yayınlarının yayına başladığı dönemde, Türkiye, marksist literatürün ve felsefi kavramların yabancısı sayılırdı. Çevirmenler metinleri Türkçeleştirirken zorlanıyorlardı. Özellikle ideolojik ve iktisadi kavramlara karşılık gelen sözcüklerin kullanımında, anlaşılabilir olma kaygısı, kimi zaman orijinal söylemlerin yumuşatılmasına yolaçıyordu. Örneğin, “artı-değer” mi, “artık-değer” mi ikilemi, yayınevi editör ve çevirmenlerinin aylarca tartıştıkları, sonunda birincide karar kıldıkları bir kavramdı. İş, emek, çalışma, işgücü, emekgücü, çalışma gücü vb gibi kavramlar arasındaki ayrışımı açıklığa kavuşturmak için aylar değil, yıllar gerekecekti.

Sonunda marksist bir dil, kültürümüzde layık olduğu yerini alıyordu. Erdost, bu dilin yaratıcılarının başındaydı.

Türkiye, sosyalizmin temel yapıtlarıyla yeni tanışıyordu. Erdost’un yönetiminde SOL Yayınları, yayınevi olmanın yanında, yeni bir kültürü, sosyalist kültürü, ulusal kültürle sentezleyen bir akademi işlevini de üstlenmişti.  Bu süreçte Erdost, sosyalist kimliğiyle düşün dünyamızda yerini almıştı.

Tarih, genelinde, özellikle de günümüzde, düz bir yol izlemiyor. Bunun temel nedeni, ona dinamizm veren güçlerin değişkenliğidir. Toplumsal gelişmeler, yeni sorunlar ürettikçe, o sorunları çözebilecek bilgi birikimini ve o birikimle donanımlı aydınları da gerekli kılıyordu. Erdost’un Türk Solu’nda Osmanlı toprak düzeni üzerine yayımlanan yazıları, o günün tartışmalarına önemli katkılar yapacaktı.

Kuşku yok ki, gelecekte Türkiye’de sosyalizmin tarihini yazacak olanlar, Erdost’u bu tarihin dönüm noktalarında karşılarında bulacaklardır.

Ama bu görkemli başarı, çok ağır maddi ve manevi bedeller ödenerek gerçekleşti.

Zor” yalnızca toplumun yarattığı yasaları değil, toplumu yaratan yasaları da değiştirir. “Zor”un diyalektiğine dayanarak faşizmin kapsamlı bir tahlilini yapan gene Erdost olmuştu.

Kuşkusuz, SOL Yayınlarının yayına başladığı dönemde, Türkiye marksist literatürün ve felsefi kavramların yabancısı sayılırdı. Çevirmenler metinleri Türkçeleştirirken zorlanıyorlardı. Özellikle ideolojik ve iktisadi kavramlara karşılık gelen sözcüklerin kullanılmasında anlaşılabilir olma kaygısı, kimi zaman orijinal söylemlerin yumuşatılmasına yolaçıyordu. Örneğin, “artı-değer” mi, “artık-değer” mi ikilemi, yayınevi editör ve çevirmenlerinin aylarca tartıştıkları, sonunda birincide karar kıldıkları bir kavramdı. İş, emek, çalışma, işgücü, emek gücü, çalışma gücü vb gibi kavramlar arasındaki ayrışımı açıklığa kavuşturmak için aylar değil, yıllar gerekecekti. Buna karşın, günümüze kadar sürdürülen Kapital üzerinde yürütülen dedi-kodu tadındaki gevezelikler, traji-komik boyutlara ulaşıyordu, Erdost’u üzdüğü kadar, öfkelendiriyordu da.  

SOL Yayınlarının okur kitlesi ağırlıklı olarak 68 Kuşağı oldu. 68 Kuşağı yalnızca marksizmle tanışan bir kuşak değildi, marksist felsefeyle dünyayı değiştirmek için yola çıkmışlardı. Her yeni yayın, o kuşağın arılar gibi, üstüne üşüştükleri bir bal kaynağı gibiydi. Erdost 68 Kuşağına ilişkin şunları söylüyor:

“Denizlerin ya da 68 öğrenci hareketinin bir özelliği de, sınıfsal temelini aramış olmasıdır. İşçi sınıfıyla tam bir kaynaşma, köylülükle tam bir bağlaşma. Bu dönemde işyerlerindeydiler öğrenciler. Köylülerin yanına koşuyorlardı. Bu dönemde köylülerin toprak işgalleri vardı. Aynı zamanda, 68 hareketi, hiçbir zaman işçi sınıfından kopmadı. 15-16 Haziran olayları bunun tipik örneğidir.”

O kuşağın gençleri, birer birer toprağa düştükçe, Erdost’un ruhunda yeni fırtınalar koparıyordu. Hele de, “Oğul” İlhan’ın yanıbaşında öldürümü, onu bir başka düzeye sıçratan acıların dinmeyen pınarı yaptı.

68 hareketinin savaşçı yanını yüceltip, toplumsal yanı görmezlikten gelinemez. Onu ulaştığı noktaya taşıyan toplumsal içeriğidir. O içerik, somut koşulların somut tahlillerinden doğmuştur. Bugüne ulaşan, bugünden yarına ulaşacak olan da bu içerik olacaktır.

Onlar, “göğ ekinken” biçilmemiş olaydılar, bugün halkımız, siyaset, sanat ve edebiyat alanında, düşün ve bilim alanında, kimbilir ne değerler kazanmış olacaktı!

Gene de o günlerde üretilen, düşünsel, sanatsal ve siyasal kazanımlar, bugünün insani zenginliklerin ana kaynağı olmayı sürdürüyor.

Adını adına katarak, büyüdü Muzaffer İlhan oldu 

Erdost’un DP iktidarıyla arası hoş değildi.

Menderes, kemalist “elitlere” karşı “demokratik halk devriminin” önderliğini hak etmişti. Ne ki, o “demokrat” Menderes, CHP’den, yoksul köylüyü topraklandırmayı öngören demokratik bir yasa nedeniyle ayrılmış ve iktidara gelir gelmez, bu yasayı yürürlükten kaldırmıştı.  6-7 Eylül 1957’de kışkırttığı çapulculara, can kıyıcılara, mallarını talan ettirip, canlarını ülkeyi terk etmekle kurtaran Rum yurttaşlara “demokrasi” dersi veren de aynı Menderes’ti. Ama bütün bunlardan sonra, kendinden sonra gelecek olan bütün sağcı iktidarlara “demokratlığı” yanında, “nurlu ufuklar” söylemini de, o, miras bırakacaktı!

Özal’la gün­de­me ge­ti­ri­len “İkin­ci Cum­hu­ri­yet”in ide­olo­jik içe­ri­ği­ni de, bu stratejide ara­mak ge­re­ki­yor. Ke­ma­liz­min sim­ge­le­di­ği “Cum­hu­ri­ye­t”in te­mel ilkelerinin hiç­bi­ri, bu “mo­dern” an­la­yış­la bağ­daş­ma­mak­ta­dır. Kü­re­sel­le­şen (siz bu­na Ame­ri­ka­lı­la­şan de­yin) ye­ni dün­ya dü­ze­ni­nin yük­se­len de­ğer­le­ri­ne ulaşabilmek için, “Kemalist Cum­hu­ri­yet”in bü­tün ku­rum ve ka­za­nım­la­rının yok edilmesi gündeme geliyordu.

Turgut Özal mucizesi, Türk politika arenasına böyle sürüldü. Nakşi tarikatının imanı bütün bir müridi kimliğiyle, Özal, “kurtarılmış devletin” içini boşaltarak, kutsayıp bir kenara koyduktan sonra, sıra “demokrasinin kurtarılmasına” gelmişti.  “Jakoben devletçiliğin çağı” bitiyor, “özgürlükçü”, “liberal-demokrat devlet çağı” başlıyordu. Geçmişte solun kıyısında dolaşmış “yeni liberalleri”, demokrasinin vitrinine yerleştirdikten sonra Özal, devletin kapılarını tarikatlara ve dış sermayeye sonuna kadar açtı. Türkiye kanatlanmış uçuyordu. Özal artık “cumhuriyet tarihinin en büyük devlet adamı” olma unvanını hak etmiş olarak, Çankaya’ya çekildi.

Öteden beri, bu yolda süregelen sabırlı çabalar, emperyalizmin yeni dünya düzenine tam da denk düşüyor.

Bugün, 20. Yüzyılın ulusalcılığını aramak da boşuna bir çabadır. Çünkü ulusalcılık, zamana, coğrafyaya, toplumların özgün tarihsel birikimine ve kültürüne, toplumsal ve ekonomik gelişme düzeyine göre değişiklik gösterir. O nedenle, ulusalcılığın mutlak bir tanımı yapılamaz. Ulusalcılığı, kimin kullandığı, niçin kullandığı, nasıl kullandığı ve nihayet, sonuçları, irdelenerek değerlendirebilir.

Küba, o küçük ülke, 70 mil ötedeki ABD emperyalizmin sayısız saldırı ve tertiplerini ulusal bilinci diri tutarak savuşturmuştur. Mao, milyonlarca Çin köylüsünü emperyalizme karşı ulusal direniş sloganıyla harekete geçirmişti.

Ulus Uluslaşma Demokratikleşme (1992) adındaki çalışmasıyla Erdost, ırkçı ve şoven milliyetçilikle, ulusallık arasındaki derin farklılığın bilimsel bir tahlilini yaptı.

Anti-emperyalizm ve bağımsızlık temeline oturan bir ulusçuluğun dünya sol/sosyalist hareketlerle kolkola yürüdüğü bir dönem geride kaldı. Ulusçuluk etnik ve dinsel milliyetçiliğe dönüşerek, emperyalizmin kollarında “böl-yönet” politikaların etkili aracına dönüştü. Erdost, değişik yazılarında konuyu enine boyuna irdeledi. 

Erdost, toplum içerisinde filizlenen ırkçı yaklaşımların, özünde var olan dinsel dogmalarla bütünleşen, faşist ideolojinin, emperyalizmin islamo-faşist ideolojiye dönüştürme sürecini, faşizmin sınıfsal tahlilleri temelinde, Maraş, Çorum, Sivas’ta gerçekleştirilen kanlı kalkışmaları tanık ve belgelere dayanan değişik çalışmalarıyla, toplumsal tarihimize değerli katkılar yapmıştır.

Düşünce, insanın dışındaki maddi dünya ile ilişkilerinin, aklının süzgecinde soyutlanmasıdır. Maddi dünya ile ilişkiler geliştikçe, düşünce de değişikliğe uğrar. Yazdıkça düşünen, düşündükçe yazan adamdır o.  Dahası, düşündüğü gibi yaşayan, yaşadığı gibi düşünen, bir düşün adamıdır o.

Erdost, bu “yeni dünya düzeni”ndeki Türkiye’yi değişik çalışmalarında, enine boyuna açımlayacaktır.

Erdost’un 12 Eylülün Büyük Babaları adlı kitabı, bu uzun yolculuğun kanlı serüvenini çarpıcı bir biçimde anlatıyor. 

Bir ulusu yoketmenin yolu, tarihinin dayandığı temel değerlerin, o değerlerin taşıdığı kültür mirasının yokedilmesi, ulusal belleğinin silinmesidir. Ondandır, bugün tarihin çöplüğünün didiklenmesi!

Ama “demokrasi” adı verilen bu sistem, seçim ve oy sandıklarına dayandırılmıştı. Sandığın seçimi, devrimin seçimini dışlayalı çok olmuştu!

Sandığın belirlediği “halkın iradesi”nin kimleri iktidara taşıdığı değil, kimlerin iktidara taşındığı önem kazanıyordu. Onun kadar önemli olan bir başka olgu da, bu iktidara “taşınanların” nasıl iktidar olduğu değil, nasıl bir iktidar öngördüğüydü? Erdost’u kaygılandıran da buydu!

Erdost, durmadan, soluklanmadan yazan biriydi. Otuzdan fazla kitabın üreticisi. Erdost. Her kitabının arkasında zengin bir deneyim, titiz ve sabırlı bir araştırma süreci ve yoğun bir emek birikimi var.

Erdost’un Türkçeyi en iyi kullananlardan biri olduğunu da vurgulamadan geçmeyelim. Kendine özgü bir ironiyle kaleme alınan öykü ve deneme türündeki düz yazılarının, yazın dünyasında hakettiği yeri alamamış olması, yazın adına kayıp sayılmalıdır. 

Yazmakla da kalmadı Erdost, düşüncelerini, duyumsamalarını resme ve fotoğrafa da yansıttı. Resim ve renk tekniği kaygılarını bir yana itip, düşlerinin ve düşüncelerinin dışavurumu olarak, resimlerinde, Erdost’un kendine özgü bir tarz yarattığı söylenebilir. Erdost’un bu çalışmalarıyla, aydın olmanın da sınırlarını aşarak, bilgelik düzeyine yükseldiğine tanık oluyoruz.

Hiç kuşku yok ki, “hür dünyanın ileri karakolu ve kalesi” Türkiye, CIA’nın en ilgi duyduğu alanlardan biridir. CIA şefleriyle Türkiye ve dünya siyasetini tartışmak, liberal aydınlar için bir ayrıcalık oldu. Onların fikirlerinin(!), yandaş medyanın köşe yazarlarına önemli katkılarda bulunduğunu da biliyoruz.

Türk güvenlik güçlerinin ABD Elçiliğinde brifing verdiklerini de, Wikileaks belgelerinden öğreniyoruz.

Taze beyinler, medyada tanığı olduğumuz, günümüzün modası, o kayıkçı kavgası düzeyindeki sığ tartışmalardan kurtulup, düşün dünyasının derinliklerine yöneldikçe, onun o zengin iç dünyasıyla karşılaştıklarında, pek çok doktora çalışmasının esin kaynağı olacağından hiç kuşku yok. 

Yürüdüğü bu yolda, birer kilometre taşı gibi sıraladığı yapıtlar, Türkiye tarihinin geçirdiği süreçlerin de işaret taşlarıdır.

Erdost, sosyalizmle kendini hergün yeniden yarattı

Erdost derken, zamandaşı olan seksen dokuz yıllık bir tarih kesitinden sözediyoruz. İnsan yaşamı için uzun sayılabilecek bir süre, toplumların yaşamında da azımsanmayacak bir zaman dilimi. Hele de Türkiye toplumunun seksen yıl öncesine dönüp baktığımızda, tarihin iniş-çıkışlarına tanıklık eden, onu vareden tarihsel süreçleri, bilincini olgunlaştıran toplumsal koşulları irdelemeden, ona ilişkin doğru bir yargıya ulaşılacağı söylenebilir mi?

Erdost, sosyalizme “sevdasını” bir yazısında şöyle dile getiriyordu:

“Sosyalizmi seviyorum diyorum. Hapishanede, nezarette, mahkemede de olsam, Üstten ve alttan sinsi saldırılarla çevrilsem de. Güveler, kurtçuklar oymaya çalışsa da içini. Elveda diyenlere elveda. Onunla kendimi bildim, kendimi buldum, kendimi tanıdım, onunla bütünleştim, toplumsal geçmişimle ve geleceğimle, halkımla, tüm insanlıkla. Onunla kavradım özgürlüğü. Birey oldum, kişiliğimi buldum. Durduğum yeri bildim onunla. Yaratan değerleri buldum, asalakları bildim, sıkan mengeneyi, ezen silindiri, hileyi, hilenin özünü. Ve bütünleştim tüm insanlıkla. Hiçbir şey alamaz bendeki onu. Hiçbir şey veremez bana onun verdiğini. Onunla özgürüm, onunla özgürlük kavgacısıyım, onunla insanım, onunla onurluyum. Seviyorum sosyalizmi.” 

Kanadı kırık, beli bükük, ölürken bile, hala mevzisinde, mavzerinin namlusuna marksizm sürüyordu!

Erdost, sosyalizmi sevdi. Bakmayın belinin büküklüğüne, hep yüreğinde taşıdı o sevdayı!

O hep ölümle yaşam arasında kolan vurdu. İki cihanı yüreğine sığdırdı, kendisi bu cihana sığamadı!

Kapitalizmin cangılından süzülüp gelen, sosyalizmin imbiğinde damıtılmış umudun taşıyıcıları dün vardı, bugün de var, yarın da var olacaktır.

Tarih, zamanın zincirine yeni halkalar ekliyor. O tuzaklarla dolu, çileli yoldan eğilip bükülmeden bugüne ulaşanlar, nicel olarak ne denli azalmış olurlarsa olsunlar, dünyayı değiştirmenin umudunu sürdürüyorlar.

Onları, yalnızca geçmişin onurlu temsilcileri olarak değil, umudun, geleceğin habercileri olarak da selamlayalım. Erdost o kervanın önünde yerini aldı.

Erdost’la yarım yüzyıllık bir yoldaşlığımız var. Birlikte hapis yattık, dergi yayınladık, çeviriler yaptık. İlhan’ın tuzağında, Barışta’yı toprağa verirken de birlikteydik. Rana’yı Barışta’nın böğrüne birlikte yatırdık. Yazdıklarının büyük bir bölümünü okudum. Bir bölümünü yazarken tartıştık. Onca ortak yaşanmışlıklarımız ve ilişkilerimizden sonra, onu yakından tanımış olmalıyım!

Anlatamadıysam, beceriksizliğimdendir!

                                                                

Ankara, 28 Şubat, 2020

Vahap Erdoğdu